LOSAR-7

Kabul ettim, gri ilkbahar göğüne ve Giewont'un nadiren temiz olan kuzey yüzüne baktım. Aşağıdaki çıplak ağaçların arasında, kalabalık sessizce ağlıyordu. Bu berbat keder beni tüketmişti. Matsek'i özlüyor, kendime acıyordum. Ne garipti!

Cenazeden iki gün sonra bile bütün bu olanların anlamını kavrayamamıştım. Ama elden ne gelirdi ki? Günlük yaşamın sıkıcı işlerine döndüm. Bir kez daha Hindistan'a gitmek zorundaydım. Sabah dokuzda, daha seyahat çantalarımı kapıdan dışarıya taşırken Bogdan aradı. “Voytek, dün gece depoda bir soygun oldu. Bütün raflar bomboş. Yaklaşık bir milyon zloti değerindeki mal gitti.”


Duyduklarım bir an gerçek ve doğru değilmiş gibi geldi. Bir şeyler doğru gitmiyordu ama ne? Sonunda herşeyi anladım. Golumek Confucius Kurt açıldığından beri Bogdan ilk defa, “Ne yazık ki kötü haberlerim var” demeden telefonu açmıştı. Sabah 10'daki uçuşumu iptal ettirip, öğleden sonra 1'den bir yer ayırttım.

Bir kez daha, şafak ölüyü canlandırmıştı. Donmuş orman tehlikeli bir şekilde sessizdi. Sis, ağaçların arasından bize doğru süzüldü ve kamp ateşinin sönmeye başlayan közleri üzerine çöktü. Nem ve kar kokusu havayı kaplamıştı.

Güçlükle Matsek'i uyandırdım, gece boyunca baştan aşağı yosun kaplanmış gibi görünüyordu. Üstümdeki kül ve yaprakları silkeledim, ama kahretsin ki, yapraklarla birlikte yere ilk kar taneleri de düşmeye başlamıştı. Üzülerek farkettim ki, sabah kahvaltısı yapamayacaktık; üzerimize başka bir şeyler de giyemeyecektik hatta toplanmayacaktık bile. Gitmeye zaten hazırdık.

Kamp ateşinden artakalan sıcacık köz yığınına, bir dosttan ayrılır gibi veda ettim ve sis perdesinin içine doğru yürüdüm.

Arazi giderek dikleşti ve en sonunda bir tepeye dönüştü. Birbirine girmiş ağaçlar, kanyonun üzerine doğru yatay olarak büyümüşlerdi. Bir daldan öbürüne, dosdoğru aşağıya alçalıyorduk. Sonunda ipi açmak zorunda kaldık. Bir çalılık yığınından aşağıya ip inişi yapmaya başladım. Bir kaç metre uzunluğa varan yosun ve sarmaşıklar balkondan aşağıya doğru sarkıyordu.

İniş rotası kayalıklarla yıkık ağaçlar arasında zigzag çiziyordu. Yeni yağmış karın ağırlığıyla dallar yerlere kadar eğiliyor; biraz azalınca üzerlerindeki bütün karı fırlatıyor ve canlılarmış gibi tekrar ayağa kalkıyorlardı. Zigzag çizerken yön duygumuzu iyice kaybetmiştik. En sonunda bilmediğimiz, yosunlu kayalıkların arasında kaybolmuştuk. Ormanın üzerinden etrafı görebileceğimi umarak bir tanesine tırmandım. Ama yukarıda tek görebildiğim, fırtınanın içinde bulanıklaşan kara göknar duvarıydı. Gri boşlukta bir yerlerden nehrin uzak uğultusu duyuluyordu. Ses ayın karanlık yüzünde olduğumuzu doğruluyordu ama kahretsin, neden gökyüzünden geliyor gibiydi? Neden korku verecek kadar belirgindi?

Sola doğru yani ormanın daha az vahşi göründüğü yöne döndük. Ama bir şekilde, şeytani bir şeyin orada gizlendiğini farkettik. Her şey bir yanılsama gibiydi. Boşluk, boyutlarını kaybetmişti. Deliliğin sınırlarını zorlayan, ahmakça bir umursamazalık bizi ele geçirmişti. Köklerin üzerindeyken tökezledim ve dallar yüzünden yaralandım. Rüyada gibiydim ve kendimi uçabileceğime ikna etmiştim. Hiç terreddüt etmeden bir kaç metre yükseklikteki bir kayadan aşağı kar yığınına doğru atladım ve...ah,ah,ah...kar yığını bir anda buzdan bir huniye dönüştü. Omzumdaki büyük acıyla bir anda bulunduğumuz bu garip yerin farkına vardım. Korkuyla sessiz ormana doğru bakakaldım ve tam o anda Matsek'in çığlığıyla ürktüm. Uçabileceğine dair aynı aldatıcı dürtü onu da elegeçirmiş ve onu yatık gibi görünen yosunlar üzerine atlamaya itmişti ve..ah,ah,ah..orası da yosunla kaplı bir kayaya dönüşmüştü. Matsek ayağını feci şekilde burkmuştu. Acı içinde kıvranıyordu; pembe ağaç kabukları etrafını sarmıştı; yosun ise her tarafından içine girmeye başlamıştı. Acıdan buruşmuş yüzünün üzerine büyük kar taneleri düşüyordu. Sağlam bir dalın üzerine ağırlığını verdi ve güçlükle ayağa kalktı. Taze kar şelalesiyle yıkanan canlı çalıların arasından toplallayarak ilerliyordu. Sakatlığının ne kadar kötü olduğunu Tanrı bilirdi.

Öğle olmuştu. Yoğun tipi, hayalet ormanını iyice görünmez kılmıştı. Zamanın nasıl aktığını bilmiyorduk. İnanılmaz, bu orman bizi nasıl da hapsetmişti.

Bir tepenin kıyısına vardık ve kanyonun boşluğunu hisettik; bayağı korkmuştuk. Nerede olduğumuz hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Nehrin uzaktan gelen sesi bizim tek rehberimizdi. Ama, lanet olsun ki, bu bir rehberden çok bir tehditti! Nehrin sesi neden bu kadar yüksekti? Su seviyesi yükselmiş olabilir miydi? Bu saçma bir süpheydi, ama yine de...

Batıya doğru tepenin üstünden ilerledik. Bir süre sonra, aşağıda, derinlerde bir yerde bir kaç ağaç beliriverdi. O ağaç topluluğu giderek çoğaldı. Keyiflenmiştim: nihayet kerteriz noktamızı bulmuştuk! Ama o keyif geldiği gibi gitti: iki gündür ilk defa, karla kaplı kayalıkların üzerinden hızla akan coşkun nehrin görüntüsü hemen önümüzdeydi. Olan biteni tam anlamamıştım. Nehir bir metamorfoz geçirmişti.

Ahh, bu nehri geçebilecek miyim bilemiyorum. Bilemiyorum...” Matsek endişeliydi.
Plastik botlarınla bir dene bakalım.”
Ya akıntıya kapılırsam?”
Ayağa kalkıp, yürümeye devam edersin.”
Matsek'in yüzündeki değişim gülümseme mi acı mıydı, tam emin değildim.  
Son iki ip inişi bizi kolay ve ağaçlı bir yamaca ulaştırmıştı. Çalkantılı su, pembe ağaçkabukları ve yeşil yosun, karmakarışık zihnimde birbirine girmişti.

Korku acımasızca Matsek'i cesaretlendirmişti. Beni beklemeden, üzerini çıkarmış, nehre yarı çıplak girmişti bile; ayağının birinde plastikler diğerinde ise meşhur ayakkabısı vardı. Çalkantılı suyun içinde yavaşça ilerledi. Öbür tarafa geçtiğinde, bir an bile durmadı, arkasına dönüp bakmadı bile. Hala çıplaktı ve yukarıya, karlı ormana doğru şeytanlar kovalıyormuş gibi koşmaya başladı. Ama onu takip eden yalnızca bendim.

Akşamın sükuneti Namche Bazaar'ı sarmıştı. Sağımızda elmalı turtaların, solumuzda Fransız tuvaletlerinin ve tam önümüzde de Tibet birasının kokusunu alabiliyorduk. Aniden Madamla karşılaştım.

Oo, yine siz.” Beni hatırladı ve kurnazca süzdü. “ Oradaki siz miydiniz, buzun üzerindekiler?” diye sordu.

Puff! Bu pusuya karşı koyamayacaktım! Görevimiz hala gizliydi ama yalan söyleyebilecek gücüm kalmamıştı.
Evet Madam,” pişmanlık duyarak cevapladım.
Madam doğal ağırbaşlılığıyla, “Bir çok insan gün boyu sizi izledi, bir çoğu gün boyu sizi konuştu.” diyerek açıkladı.

Ama inanır mısınız, onda ilk defa bize karşı bir dostluk hissettim, ve belki hatta takdir? Ha, bir şey daha: Bayağı bir rahatladığını da gördüm. Madam en sonunda baba-olmayanla oğul-olmayanın arasındaki bağı anlamıştı. Hayır bir çeşit sapıklık değil, sadece tırmanıştı.

Delhi'ye geri dönüp Khumbu'da iki hafta geçirdik. Hindistan nüfusu bir milyon daha artmıştı. Pahar Ganj'da, yoga gurularının, hap satanların ve benim işlerimin olduğu tren istasyonunun köşesinde, İsrailli bir grup ülkelerindeki bitmeyen savaşa bir ara vermişlerdi, Almanlar savaş karşıtı posterler sergiliyordu ve Polonyalılar ticaret yapıyordu. Turuncu renkli guruların sayısı gözle görülür derecede artmıştı. Matsek keyifliydi, ruhundaki yara nihayet iyileşmişti. Çokuluslu bir turist grubunun çevrelediği, vücudunda garip işaretler olan yarıçıplak, sakallı bir adamın önünde durduk. Guru anlatıyordu.
Tanrı aşktır,” dedi ve ansızın bana döndü. “Tanrı'ya inanıyor musun?”
Ben...şey..evet,” diye cevapladım, nedense yüzüm kızarmıştı. Ama bu beklenmedik işgüzar soru bir meydan okumaydı ve Voytek'in gerçek doğasını uyandırmıştı, savaşçıyı. Epey kızarak, durmak bilmeyen bir dalga halinde beni sakallı adama doğru itti. 

Ben bile onun varlığını inkar edemeyeceğiniz bir kanıta sahibim” diyerek meydan okudum.

Ha, ha, ilginç! Senin kanıtını duymak isterim,” guru aynı meydan okuyuşla güldü.

Kalabalık seyirciler etrafımızdaki çemberi iyice daralttı. İnsanların yüzlerinde, bir açıklama duymak isteyenlerin beklentisini gördüm.

Guru'nun gözlerinin içine bakarak kendimden emin ve ciddi bir tavırla, “ Güzel bir kadın gördüğümde, 'Aman Tanrım' demekten kendimi alıkoyamıyorum” dedim. Gözleri kıpırdadı ve aniden bir kahkaha patlatıverdi. Deliler gibi gülüyordu. Aklı karışan izleyiciler bir adım geri attı.

Tam o sırada, küçük motorunun üzerinde, iyice kafayı yemiş bir adam kalabalığın içine daldı ve grubu tamamen dağıttı. Ama yedek lastiğinin üzerinde yazan şeyin ne olduğunu görebilmek için yeteri kadar vaktim olmuştu,
Hız hayattır, aşk ise kanserdir.”
Ve aşk kanserdir,” diyerek guruya yeniden meydan okudum. Ama o hala gülmekten çatlıyordu.

Vahşi bir buz tutamı, donmuş bir ormanla kaplı ruhumu delip geçti. Savaşçı, garip bir ürperti hissetti, ve o da gülümsedi.


Sonsöz
Bu yazı, ilk okuduğum günden beri, yıllarca uğraştığım bu sporda hep aklımın bir köşesinde benimle oldu. Kendimi frenleme gereğini duyduğum her anda bir kaç cümlesi yol gösterici oldu. Amacım aynı hisleri ve düşünceleri, Türkiye'de bu sporla uğraşan insanlara da ulaştırmaktı. Umarım faydalı olmuştur ve tıpkı benim gibi birileri daha zaman içinde bu yazıyı ve Kurtyka'nın diğer yazılarını okuma ihtiyacı hisseder. 

Çevirinin ilk halini daracık zamanında okuyup değerlendiren Önder Bingöl'e, yıllar önce yazının yayınlandığı dergiyi bana hediye eden Alper Işın Duran'a ve de çeviriyi yayınlamak için çaba gösteren Aykut Türem'e çok teşekkür ederim. 

Comments

Popular Posts