LOSAR-1

Dağcılık uğraşına başladığım ilk yıllarda tanıdığım ve yaptığı tırmanışlar, bu tırmanışlara getirdiği etik yaklaşımlar ve kişiliği ile hayranı olduğum Voytek Kurtyka'nın yazmış olduğu bir makalenin çevirisini paylaşmak istiyorum. Alpinist'in 4. sayısında LOSAR başlığı ile yayınlanan bu yazı, Kurtyka'nın son dönem makalelerinden ve tırmanışlarından biri ve defalarca okunmaya değer. Yaşamı ve diğer makaleleriyle ilgili daha kapsamlı bir yazı üzerinde halen çalışmaktayım ve bu kendi halinde çeviriyi de bu kapsamda yapmıştım. Ancak bazı izin problemleri nedeniyle çeviriyi bu şekilde yayınlamak zorunda kaldım. 2010 yılı Ekim-Kasım ayları arasında başlayıp tamamladığım toplamda 21 sayfa olan bu yazıyı parça parça yayınlamakla işe başlayacağım. Umarım keyifli ve yararlı bir okuma olur. Kazasız ve bol keyifli tırmanışlar dilerim. 


1994 kışının başında, kim olduğumuzu belli etmeden Khumbu bölgesine gittik. Yeni nesil dağcılığın göze çarpan temsilcilerinden biri olan tırmanış partnerim Gottlieb Steffker, beraberinde yolculuğumuza önemli bir etkisi olacak çiçeği burnunda karısını da getirmişti. Dünyanın en güzel donmuş şelalelerinden birine, gizli ve resmi olmayan bir tırmanış planlıyorduk. Bu gizliliğin de mantıklı bir sebebi vardı. Nepal'de bir tırmanış izni almak için, faaliyetin hedefi olarak bir zirve göstermeniz gerekir. Ancak uzun yıllardır saplantı haline getirdiğim bu buzdan şelale, herhangi bir zirve yerine Kwangde'nin yüksek çayırlarından dökülüyordu. Bir merayı hedef göstermek Nepal'deki görevlileri hayrete düşürebilirdi. Bu nedenle el altından bir gezinin en iyi seçeneğimiz olduğuna karar verdim, böylece resmi işlemlerden de kurtulmuş olacaktık.

Şelaleyle tanışıklığımızın hikayesi uzun ve sıkıntılı. Onu ilk 1982 Aralık ayında keşfettim.* Olağanüstü bir ormanla kaplanmış tehlikeli bir tepe, Namche Bazaar'daki bu şerpa köyünün etrafında uzanıyordu. Kasvetli bir bacayla tam ortadan bölünmüş haldeydi. Kışın, Kwangde'nin düzlüklerinden akan dere, bu bacanın içinde donuyordu. Bir kaç hafta içinde, sonsuz mavi-gri bir gölge halinde köyün amfitiyatrosunun üzerine uzanan, sıradışı bir buz rotasına dönüşüyordu. Rota, unutulmaz bir yolculuğa davet etse de sonunda hiç bir yere varmıyordu. Şelalenin soğuk ve kasvetli çevresi yanına gitmeyi düşünmemi dahi engelliyordu. Meraktan afallamıştım ve bu nedenle rotanın yüksekliğini bile kestiremiyor, 400 ile 800 metre arasında bir yükseklikte olduğunu düşünüyordum.



Keşfimden beri, her kışın başında, yerde, kırık dilimler halindeki buz parçaları oluşmaya başladığında, şelalenin hayaleti geri dönüyor ve ben bir faaliyet için partner aramaya başlıyordum. Ne yazık ki, o dönem, Polonya dağcılığının bence berbat olan “altın on yılı” olarak tanımlanıyordu. O zamanların faaliyetleri, “ Acı Çekme Sanatı” tarzının klasik öncüleri tarafından domine ediliyordu ve uzun yıllardır süren Himalaya düşlerine dayanıyordu. Bu tarzın en önemli öğretileri cesaret ve dirençti. Kendini test etmenin tek yolu, 8000 m.'lik bir dağa tırmanmak ve kışın ölüm bölgesini tatmaktı. Bir çayırlığa varacak olan estetik bir tırmanış amacıyla Himalayaların kalbine yapılacak olan pahalı bir ekspedisyonla sadece dalga geçilirdi. Hiç şüphesiz, bir partner bulamayacaktım.

Daha sonra, 80'lerin sonuna doğru, peşpeşe gelen bir kaç trajedi, ünlerinin zirvesindeyken kendi başarılarıyla zehirlenmiş o altın nesli bir anda yok etti. Polonya dağcılığı böylece evine, yani Tatra Dağları'nın melek otu büyüyen, gözden uzak vadilerine döndü. İdealist bir kahramanlıkla ve sertlikle şekillenmiş olan geleneksel dağcılık değerleri (ethos), yapay duvarlarda tırmanmak ya da duvarları boltlamak gibi daha yoz/gözden düşmüş akımlara yerini bıraktı. Çayırlıklara yapılacak bir ekspedisyonun gerçekleşme olasılığının daha güçlü olduğunu farkediyordum.

Haklıydım. Kasım 1994'te, Gottlieb Steffker evlenmeye karar verdi. Bu güzel olayı kutlamak için ise Nepal'de bir balayı planladı. Benim şelale hakkındaki mırıldanmalarım nedeniyle Gottlieb balayını bir tırmanış gezisi haline dönüştürüyordu. Şelalenin hayaleti tarafından ele geçirilmiş olduğumdan bir eşe sahip olmanın ne demek olduğunu tamamen unutmuştum. Kısa süre içinde, Steffker'in, balayını Khumbu'nun buz gibi vadilerinde yapması konusunda anlaştık. Yeni Delhi'ye, Golumek Confucius Kurt'a mal almak için yaptığım rutin iş yolculuğunu, Steffkerlerin düğününe denk getirecek şekilde yeniden planladım ve sonunda Hindistan'a doğru yola koyulduk..

Bir kaç sene önce, Gottlieb'in yaptığı hatayı ben de yapmıştım. O zamanlar, çiçeği burnunda eşim olan Halinka ile beraber Shishapangma'da tek başıma yapacağım bir çıkış için Tibet'teki Nyalam Vadisi'nin ıssızlığına doğru yola çıkmıştık. Halinka arada sırada merak ve endişe duyarak sessizce iç çekmek dışında, yeni bir eşin göstereceği cesareti ve bağlılığı göstermişti. Yine de, o masum sesi saatte dört kez çıkarıyordu. Daha sonra, uzaktaki vadiden düşen çığların uğultusundan daha çok onun bu iç çekişleri beni rahatsız etmeye başladı. Küçük ana kampımızda bir kaç gün geçirdikten sonra, sonbahar yerini kışa bıraktı ve hava giderek bozuldu. İki gün içinde, 1.5 metre kar yağdı ve çadırımız beyaz sonsuzluğun içinde giderek kayboldu. Nöbetleşe sabahalyarak geçirdiğimiz iki geceden sonra mutfak aletleriye, rüzgarın süpürdüğü tonlarca karı küremeye başladık. Halinka'nn iç çekişleri kesilmişti. Tamamen susmuştu. Garip bir sükunet, bu kardan tuzağa yakalanmıştı. Birden çok ileri gittiğimi farkettim. Ertesi gün geri döndük.

Vay be, Gottlieb ile tamamen aynı şeyleri planlıyorduk yine. Ancak, onun eşi biraz daha değişik bir strateji takip ediyordu. En başından beri gizemli bir şekilde gülüyor ve zarif bir şekilde sessizliğini koruyordu. Kısa bir süre içinde kötü bir hisse kapılmaya başladım. Nevrotik bir yaradılışa sahip Gottlieb, daha kötü bir vaziyetteydi artık. Açıkça, gitgide büyüyen bir tereddüt içindeydi. Sonra, Ocak fırtınalarının güçlü rüzgarlarıyla test edilen, sabır dolu ve nazik evlilik diplomasisi oyununun tam ortasında, Nare Vadisi'nde gezintimiz sona erdi. Noel'den hemen önce, bacadaki buz uygun kalınlığa ulaşmışken, Goetlib içtenlikle “Biliyorsun, zihinsel olarak ben çoktan eve döndüm” dedi.

Steffkerler, Goa'nın sıcak plajlarına doğru giderken ben de kendi kendime kızarak Delhi'deki işlerime geri döndüm. Orada ise başka bir sürpriz beni bekliyordu. Gamsız Hint ortağım, ticari belgelerde bazı hatalar yapmıştı ve Polonya gümrüğüne fazladan 2000 dolar daha ödemek zorunda kalmıştım. O, bana zararın boyutunu açıklamaya çalışırken, bağırıp çağırdım. Beni sakince dinledi, ben öfkemi iyice boşalttıktan sonra şöyle dedi: “ Bir fil kapıya doğru gider. Fil çok büyüktür ve küçük bir kuyruğu vardır. Kapı filin kuyruğunu sıkıştırır. Bu, tam da sana olan şey.”

Kader beni sınıyordu. Moralim bozuk bir halde Polonya'ya döndüm. Şelaleyi keşfettiğim gün ile Steffkerle yaptığım yolculuk arasındaki yıllarda, bir sürü başarızılık yüzünden acı çektim. Bir sebepten, partnerlerimle olan ilişkilerim iyi gitmiyordu. Erhard Loretan, Barrel* denememizi ana kamptaki ilk haftanın sonunda bıraktı. Bir yıl sonra Doug Scott, Nanga Parbat Mazeno Sırtı'nın altında ayağını burktu, yine kampta sadece bir kaç gün geçirmiştik. O büyük hırsım daha herşeyin başında garip bir şekilde yokolup gidiyordu ve o küçük kuyruğum her seferinde kapana sıkışıyordu.

O kuyruğun doğasında ne var? Benim özenle toparladığım enerijiyi kolayca yok eden şey, sadece bir kaç basit rastlantı mı? İnanması çok zor. Belki de gizli bir kişisel zayıflık, benim için çok zor olan bu denemelere direniyor olabilirdi. Bütün bu bozgunlardan sonra hissettiğim belli belirsiz bir suçluluk duygusu, bu teoriyi güçlendiriyordu. Ama kim bilir, belki de bu kuyruk, koruyucu melek gibi bir şeydir. İstemeden de olsa kendimi böyle avutuyordum. Tanrı'nın varlığına sarsılmaz bir inançla bağlı olan ve boynunda her zaman bir haç taşıyan Kukuczka'nın bu dipsiz kuyuya nasıl düştüğünü hatırladım.

Her başarısızlık sonunda, gözden düşmüş bir kızak köpeği gibi üzgün bir şekilde evime dönüyordum. Dağların her geçen gün yabancılaşan bir anlamı vardı. Tırmanış hayatımın en olgun dönemindeyken, bu iş bir anda bir hac yolculuğuna dönüşmüştü. İnanıyordum ki, bir dahaki sefere bu perde kalkacak ve içimdeki bu garip, durulmayan gerginlik bir anda dağılacak. Ruhum, bütün bu engelleri ve şüpheleri darmadağın edecek, mükemmelliyete ve dengeye ulaşağı büyük bir çıkışın özlemini duyuyordu. Ve sonra...Ne oldu? Yine K2'yi denerken, partnerim Carlos Buhler ile yemek sırasında osurduğu için tartıştık. Bu anlaşmazlık zihinsel dengemizi kaybetmemize yol açtı ve tahmin edilebilecği gibi K2'ye tırmanmadık. Ve en son Gottlieb, tereddüt emeden, tenin verdiği keyfi tırmanışa tercih etmişti.

Şelaleye tek başıma yapacağım bir ziyareti ciddi anlamda düşünmeye başlamıştım. Ama öncesinde, son bir çare olarak Zakopane'dan arkadaşım Matsek Rysula'yı aradım. Matsek, ot tırmanışının hatırı sayılır bir yıldızıydı. Bu tarz bir tırmanış – donmuş otlar üzerine kazma krampon kullanarak tırmanmak- Zakopane'deki tırmanışçılar arasında çok popülerdi ve sadece kışın Batı Tatra Dağları'nın dik, otlu yüzeylerinde yapılabiliyordu.

Bu sanatın şampiyonları, Tatra'nın kuytuluklarında, ölmek için açık bir imkan sunan, emniyetsiz otluklar ararlardı. Matsek ile ben de Giewont'un otlu kuzey yüzünde yeni bir rota açmıştık. Rotaya “Without Eyebrow” ismini vermiştik, çünkü rotanın en önemli kısmı olan ve bizi zirveye ulaşatıracak kayalık bir sırttan geçmek gerekiyordu. Rotanın belirgin bir özelliği yoktu, ne çok zor ne de kolay, ne çok güzel ne de çirkin bir hattı. Derinlerde bir yerde, bu rotanın tırmanış kariyerimdeki kara bir leke olduğunu düşünürüm hep. Ama Matsek bir nedenle bu rotadan gurur duyuyordu. “Bak”, dedi, “ 20. yüzyılın sonunda Giewont'ta yeni bir rota açtık!”.

Çimenlere olan hastalığı dışında, Matsek nikotine de güçlü bir bağlılık duyar ve öğlene kadar uyumayı çok severdi. Ben de düşüncesizlik yaparak saat 10 gibi aradım onu. Uykulu olduğundan, ilk anda ne hakkında konuştuğumu anlamadı.

“Buz şelalesi? Himalaya..?” Kendine gelmeye başlayınca, teklifimi düşünüp beni arayacağını söyledi.

Daha sonra öğrendim ki, Matsek derin bir varoluş krizinin tam ortasındaymış. İlahiyat eğitimini bırakıp politika okumaya başlamadan hemen önce aramıştım onu. Yine de hayatını politakaya adamakla, bütün hayallerini ve kalbinini ele geçiren ot tırmanışına adamak arasında ciddi bir kararsızlık yaşıyordu. Bu kararsızlık hali muhetemelen midesini bozmasının da sebebiydi. Durumu, Grand Crag'teki negatif bir çimen rotasında daha da kötüleşmişti. Tırmanışı tamamlayamamıştı ve de uzunca bir süre bunu kabullenememişti. Ona ait bu güzel sanatta, pek de iyi olmadığı konusunda şüpheleri vardı. Başka bir başarısız denemeden sonra, zihinsel olarak sarsılarak bu ot olayından uzaklaşmaya karar vermişti. Politika derslerine kaydolup, bütün hayatı boyunca toparladığı en değerli hazinesini satmaya başlamıştı – tırmanış malzemelerini.

Matsek'in o sıra zihinsel yapısı bu şekildeydi. Ayrıca, aradığımda yarı-uykuluydu hala. Yaklaşık on senedir bir partner arıyordum ve onun bu depresif, uykulu sesi pek de güven vermiyordu.

“Ah, Matshit!”. Matsek beni ne zaman kızdırsa bu küfrü ederdim. Telefonu tatsız bir şekilde kapattım. Ben de kendimi işe verdim. Golumek Confucious Kurt'un yaklaşık bir ay gecikmiş olan yıllık stok sayımını yaptım. Kitap işlerinin, taze bir fikir vermesini umuyordum.

Beklenmedik bir şekilde, Matsek ertesi sabah beni aradı. Şaşırtıcı bir ayıklık ve enerjik ses ile, “Kararımı verdim. Seninle o şeye geliyorum...ııı..Himalaya.” Matsek'in Himalaya ile ilgili herhangi bir fikri yoktu. Dinozorların yaşadığı bir yer gibi geliyordu ona. Yine de sesinde bir umut hissettim. Açıkçası, tuhaf acıların tuhaf yerlerde iyileştirilebileceğini farketmişti.

Herşey kendiliğinden oluvermeye başlamıştı. Mutsuz Matsek, bir hafta içinde durumuna üzülen arkadaşlarının bağışlarıyla yolculuk için gereken parayı toparlamıştı, ben de pek de belirgin olmayan koşullarla, borç adı altında kalanını tamamlamıştım. Sayım işlerini çabucak hallettim, işler biraz kötü durumdaydı. Morali bozulan çalışanlar, sandalye yerine masada oturmak gibi bir alışkanlık geliştirmişlerdi. Durumdan şüphelenen bir grup arkadaş, Sishapangma'dan beri hiç iç çekmemiş olan karım Halinka etrafındaki çemberi daraltıyorlardı. 4 yaşındaki kızım Agnes ki ben ona Shillie diyorum ve 6 yaşındaki oğlum Alexander birbirlerine bağırıp çağırıyorlardı. Yardıma muhtaç bir şekilde, onların tartışmasını izliyordum.

“ Senden hoşlanmıyorum. Köpekler s.çsın sana!” Alexander, Shillie'ye bağırıyordu.
“Hav! Hav!” Shillie'nin cevabıydı.

Bütün bunları, şeytanın bende en ufak bir şüphe olup olmadığını görmek için yaptığını düşündüm. Halinka'ya, işlerin Hindistan'dan gelecek yeni bir stoğa ihtiyacı olduğunu, bunu da Matsek'le gidip halledeceğimizi söyledim.

Comments

Popular Posts