LOSAR-6

Alacakaranlık yaklaşıyordu. Uzun ve aç olacağımız bir bivak bizi bekliyordu. İliklerimize kadar ıslaktık. Giysilerimizin içine yapışmış olan buz parçaları yürüdükçe ses çıkarıyordu. Birbirine girmiş ormanın tavanı o kadar kalındı ki, esnek bir kilim gibi yosunla kaplanmış zeminde çok az kar vardı. Öbür tarafa doğru yorgunlukla sürükledim kendimi. Bu garip alacakanlıkta, içimde başka birinin uğraşıp didindiği fikrine kapılmıştım. Neredeyse hava kararmıştı, gece şimdilik ağaçların arasında gizleniyordu. Bununla birlikte, gerginliğimiz ve şüphelerimiz giderek azalıyordu. Kendime güven içinde bir hiçliğe doğru ilerliyordum.


Bir kayanın altında rahat bir kovuk bulduk. Altını yapraklarla kapladık. Gece için kuru odun depoladık. Sonra hüzünlü görünen Matsek, Tatra Highlands Weekly dergisini çıkarıp, Grand Crag'de yaşadığı faciayı anlatan makalenin sayfalarını yırtarak ateşi tutuşturdu. Kamp ateşinin ışığı kayalara ve ağaçlara vurdu. Titreyen gölgeler, ormanın içinde hayaletler topluluğu gibi hayata dönmüşlerdi. Neden bu kadar çoksunuz? Yorgunluk ve uykusuzluk bir anda kayboldu. Açlığı da unutmuştum. Ateşin etrafında dans eden hayaletleri izlerken saatler geçip gitmişti.

En sonunda, yaprakların üzerine yığıldım ve uyumaya başladım ama uykunun eşiğindeyken son derece güzel ve sevimli bir şeyin hayaline takıldım. Ateş söndüğünde, soğuk beni uyandırmıştı. Uykuya dalmış olan “Soba” Matsek, sıcaklık üretmeye devam ediyordu. Onun çocuksu yüzünü bir süre izledim ve sonra en az onun kadar arkadaş canlısı olan ormanın karanlığına doğru bakındım. Ateşe bir kaç parça odun koydum ve tekrar uykuya daldım.

Gecenin bilmediğim bir vaktinde, şeytani bir yaratık tek gözümü açtı. Şunu görüyordum: Matsek, derin düşüncelere dalmış bir şekilde, alevleri sıçrayan ateşin başında kıvrılmış oturuyordu. Bir grup gölge ise etrafında dans ediyordu. Kıpırdamadım dahi.

Ve tam burada, Kardeşlerim, bu yaşayan ormanda, sihirli yaratıklarla dolu bu gece yarısında, tuhaf ve akıl sır ermez bir sebepten dolayı, bu hikayeyi devam ettirme beceresini gösteremeyeceğim.

1997 yılıydı. Tırmanışın üzerinden iki yıldan fazla zaman geçmişti. Haftalar boyunca, bu gizemi daha da açığa çıkaracak tek bir cümle bile aklıma gelmemişti. Şey, belki de bir tek şu: Bambu, tırmanışçının ruhen kardeşidir; güçlüdür, hafiftir ve esnektir.

Bir taraftan, bu hikayede her şey olup bitti zaten. Diğer taraftan, kalbimin derinliklerine girip yerleşen şeyin kaynağı, o ormandı. Günlük yaşamımda dahi benimleydi artık; o günden beri sakince içimde yaşıyor ve iyi huylu bir güç olarak zaman zaman ortaya çıkıyordu. Oysa ki orman çok sakindi; orada hiç bir şey olmamıştı. O sükunetin içinde saklanan gizeme dokunmayı bir türlü becerememiştim.

Bir yanda da, 1997 yılının gelmesiye, olaylar bir anda hızlı bir ivme ve kaçınılmazlık kazandı. Noel'den hemen sonra, Golumek Confucius Kurt'a bazı mallar almak için Hindistan'a gittim. Yeniyıldan sonra geri döndüğümde köpeğim Woofie, eski dostum ve koşu arkadaşım, acınası bir hale gelmişti. Yemek yemiyordu, dayanma gücünü kaybetmişti ve bir kaç haftalık bir hastalıktan sonra hayatını kaybetti. Gidişi Shillie ve Alexander'ı gözyaşlarına boğmuştu, benim içime ise bir boşluk yerleşmişti.

Kışın gölgesi mi
yoksa uyanan bir kelebek mi
bomboş köşeleri dolaşan?

Hayata küsmüş bir halde, yıllık kitap sayımı işlerini halletmeye çalışıyordum. Halinka ile aramızdaki anlaşmazlık gittikçe büyüyordu. Kırık bir boru nedeniyle depoyu su basmıştı. Evsahibi kirayı arttırmakta diretiyordu. Alexander okuldaki kız arkadaşlarıyla kavga edip duruyordu.

O sıralarda, Matsek bir kaç günlüğüne bizi ziyarete geldi. Alpler'de bir gezi planlıyordu ve aynı zamanda hazırlık sınavlarına çalışmak için evimizde küçük sessiz bir yer bulmayı umuyordu. Alexander küçük odasını ona verdi. Ama Matsek'i çalışması için rahat bırakmak yerine, onu “bütün evren seviyor” (ç.n. "komple hastasıyız!") mottosuyla reklamı yapılan Havelius birası içmeye davet ettim. Gerçekten de o kadar güzel.

Hayatın özü, yükselmektir.
Onu, vaktini boşa harcayarak, birayla...

Açıkçası bira, tırmanışla baş edebilecek tek şey. Şimdi, apaçık görüyorum ki tırmanış bir sanattır. Ayrıca yne görüyorum ki, reklam yapmak zehirdir, kendi reklamı yapmak ise insan ruhunun en eski hastalıklarından biri. Çok geçmeden, Matsek ile tırmanışın ebedi soruları hakkında tartışmaya başladık: Bu spor mu, sanat mı? İnsanlar şöhret için mi tırmanır, yoksa içindeki sesi takip ettiği için mi? Yakın görüşlerimiz olmasına rağmen, değişken fikirlerimiz tutarlılığını yitirmeye başlamıştı ve aramızdaki anlaşmazlık da her geçen gün derinleşmişti. Matsek, dağların çocuğu, gitmek istemiyordu ve ben- ben “Canavar” olandım. Sonunda, Matsek ilk sınavlarından kaldı ve bir hafta içinde geri döneceğini söyledi.

Tokyo tırmanış federasyonunun evsahipliği yaptığı bir sempozyuma katılmam için beklenmedik bir davet aldım. Aynı zamanda, Yeni Delhi'deki ortağım, malların nakliyatını geciktirdi ve Golumek Confucius Kurt firması yeni bir krizle karşı karşıya geldi. Hemen Delhi'ye doğru yola çıktım.

Delhi’ye vardığımda, malların henüz havaalanından ayrılmadığını öğrendim.
Bunu bana nasıl yapabildin!” diyerek ortağımı suçladım.
Sen şanslı bir adamsın” diyerek cevapladı.
Lanet olsun! Bu malları bu sezon satmak için son şansımı da kaybettim!”
Voytek, Hindistan Havayolları uçağı Frankfurt'a giderken az önce düştü.”
Ama...”
Ama senin malların havaalanında güvenle duruyor.”
Turuncu renkli gurunun öğretisini hatırladım, “Kötü durum iyi duruma,iyi durum kötü duruma....”

Şok olmuştum. Sadece bir kaç gün için, Hindistan'dan eve dönmüştüm ve yüzlerce saydamı gözden geçirmeye kalkışmıştım. Sevgili oğlum Alexander, okulda bir kaç kızı dövmüştü ve karnesine kötü bir davranış notu vermişlerdi. Onun için olağandışı olan bu davranış, aslında yaratıcı içgüdünün bir gösterisiydi. Bu durum, hayatın özünün yükselmek olduğuna dair inancımı güçlendirmişti. Anlık bir sezgiyle, bunu Tokyo'daki sunumumun ana konusu yapmaya karar verdim. Hararetli bir şekilde Japonlar'a yükselmek için ilham verecek saydamları toplayıp, seçtim: vaktini boşa harcayarak, şamatayla, tırmanarak.

Şiddetli bir fırtına vardı Tokyo'da, ancak camdan yapılmış yüksek binalardan hareketsiz ve rüzgarsız bir şehir yansıyordu. Sabahtan, jetlag tarafından alt edilmiş halde, bana yardımcı olan Hirofumi ile bir Shinto tapınağını ziyaret ettim. Dua etmeye çalıştım.

Japonları bir şeylere dönüştürmeye çalışmamam gerektiğini anlamam uzun sürmedi. Onlar tırmanışa doğal olarak böyle yaklaşıyorlardı, Sanat ve Yaşam Yolu. Adamlardan bir tanesi, tırmanış aracılığıyla yaşlılığın kandırılabileceğine dair inancını anlattı. Başka biri, beni hayretler içerisinde bıraktı şu soruyu sorarak, ”Mr. Kurtyka, yükselmek nirvanaya ulaştırabilir mi?”

Çaresizlik içinde el kol hareketleri yaparak açıklamaya çalıştım, “Bana 'Canavar' diyorlar...” Japon dostlarım güldü. Şaşırtıcı derecede merakımı uyandıran insanlarla karşılaşmaya devam ettim: Yamanoi, Todaka, Sakashita, Hirofumi. Bende, fiziksel görünüşlerinin arkasında tarif edilemeyecek bir niteliğin gizlendiği izlenimini yarattılar ve de bir parçaları hep başka bir dünyada yaşıyordu.

İşte bu! O ormanda ben de aynı niteliği hisssettim! Yamanoi, Todaka, Sakashita, Hirofumi ile karşılaşarak, o ormanın içine işleyenin ve benim kalbimin derinliklerine akanın ne olduğunu anladım. Bu basitçe Yüce Huzurdu. Normalde ulaşılmaz olan içsel dinginlik, o ağaçlara yaklaşmamı mümkün kılmıştı ve o alışılmadık sükuneti almamı sağlamıştı. Görünüşte, o ormanda hiç bir şey olmamıştı; bağlantı kurabildiğim tek şey şuydu ki ben hala ayın karanlık yüzündeydim.

Sunumdan sonra bir yemek düzenlendi. Yemekten sonra, Fujiyama'ya bir gece yolculuğu düzenledik. Ertesi gün, bir boranın içinde yedi saat boyunca yürüyerek Fuji Dağı'nın zirvesine ulaştık. Tırmanıştan sonra, bir kaplıcada yaşlı insanların arasında banyo yaptık. Banyodan sonra ise sessiz bir lokantada, huzur içinde akşam yemeğimizi yedik ve başka bir gece yolculuğuyla Tokyo'ya geri döndük. Geceyarısı vedalaştık ve sonunda Kopenhag üzerinden Polonya'ya geri döndüm.

Büyük havaalanları kesinlikle birer anus mundi idi, dünyanın göt deliği. Kopenhag havaalanının koridorlarından stres ve kaygı nehirleri akıyordu. Yorgun ve boş hissederek bir bira sipariş ettim. Tüm evrene hayat gelmişti. Shillie ve Alexander'ın annesini aramak için telefona gittim. Ama, hayır, fikrimi değiştirdim. Kendim için daha iyi olanı seçip, Golumek Confucius Kurt'u aramayı tercih ettim.

Kopenhag'tan, anus mundi konuşuyor” diyerek takdim ettim kendimi. Telefonun öbür ucunda ilginç bir sessizlik vardı.

Ne yazık ki kötü haberlerim var” diyerek cevapladı depo müdürüm Bogdan. Bir anlığına duraksadı. Bogdan da Shillie ve Matsek gibi bir ustadır. Onun uzmanlığı ise kötü haberleri ulaştırmaktır ve her zaman bu şekilde başlar söze. Çoğu zaman, bu sesi duyduğumda karnıma kramplar girdiğini hissederim.

Matsek Rysula, Alpler'de hayatını kaybetti.”

Ah, Matshit! “Soba” Matsek ölmüş! Nasıl olur? O her zaman sıcacıktı. Aman Tanrım, bunun anlamı neydi? Tüm evren, derin bir boşluğa doğru düşüyordu.

Başka bir biraya ulaşmak için bir dürtü hissettim, ama bir şey beni geri çevirdi. Usulca ağladım. Kopenhag, anus mundi, biraz şaşkındı.

Cumartesi günü, Mart'ın ilk günü yani, Halinka ve ben Matsek'in cenazesi için yola koyulduk. Tabutun durduğu küçük odasının duvarında, şelalenin olduğu ve Madam'ın mutfağında ikimizin de olduğu fotoğraflar asılıydı.

İki adet kaslı at, Matsek'i küçük bir kasaba olan Brzyzek'teki kiliseye götürdü. Aynı zamanda tırmanışçı olan genç bir rahip, küçük kiliseyi tıklım tıklım doldurmuş olan kalabalığı, dağlarda ölmenin mantıklı bir açıklaması ve bir anlamı olduğuna inandırmaya çalışıyordu. Bir keman grubu sessizce, Matsek'in mezarı başında hafif bir melodi çaldılar ve o müzik katedrallerdeki orgun müziğinden daha güçlü çıkıyordu.

Onlar, Matsek'i yerdeki deliğe doğru indirirlerken, Halinka “bir parça toprak at üstüne, adettir” diye fısıldadı.

Comments

Popular Posts