LOSAR-5

Şafak... Şafak, ne korkunç bir zamandı. Neden ölüleri uyandırmıştı?

Topuklarımda yine his kaybı başlamıştı. Yine de gözlerimi balkonla buz kolonunun ayrıldığı ve dik yüzeyin üzerinden, gökyüzüne döküldüğü alandan ayıramıyordum. Yüzeyle buzun birleştiği yerde bütün kütle yığılıp 3 adet negatif mantar oluşturmuştu. Oradan geçemeyeceğimizi biliyorduk! Tanrı aşkına, nereden gideceğiz öyleyse? Gerçekten bilmiyordum. Tırmanışın en zor kısmının hala önümüzde durduğunu anladım. Kahretsin, Madam'da öğle yemeği yemek de başka bir hayalmiş.

Belki..ıı..ilk iki ip boyunu sen gidebilirsin ve ben..şey..son kısmı alabilirim.” Matsek'in önerisi buydu.


Soba” Matsek'e minnetar olarak, teklifini kabul ettim. Bunun yanında, Matsek en zorunu hedeflemişti; buzdan tavana geçilen kısım muhtemelen en zor etaptı. Tabii öncesinde mantarlar bize izin vermeliydi. Verecekler miydi? Kolay bir yer aradım. bacanın duvarlarını yokladım. Buzdan kaçıp soldaki ormana geçmek çok daha çekici geliyordu ama bu vazgeçmek anlamına da geliyordu. Buz saçakları olmayan bir şelale hadım edilmiş gibi olurdu. Onlar olmadan, bir kaç dallama heriften başka bir şey olmazdık ve onca zamandır yaptıklarımızın hiç bir anlamı kalmazdı.

Sabahın ilk duasını ettim: Tanrım, bizi bu utançtan koru. Ama Tanrı ile aramdaki çözümlenmemiş ilişki düşünüldüğünde, bu dua ne kadar etkili olurdu ki? Kaç kere “Tanrım, yardım et” demiştim ve kalbimin derinliklerinde kurtarıcım olarak sadece kalp atışlarımın sesini duymuştum? Tanrım, bana güç ver, diye yalvardım. Ancak beni sadece acizliğim kurtarabilirdi, diğer taraftan güç sadece delilik ve mağlubiyet getirirdi. Koru bizi? Hah!

Bir kez daha dua ettim, ancak bu kez alnımı buza dayadım ve ondan yardım diledim. Son olarak, üçüncü duamı da size ettim, Kardeşlerim. Alex'e ilham vermesi için, Jurek'e dayanma yeteneği için, ve de Erhard'a sonsuz gücü için yalvardım.

İlk bir kaç metreyi kolay hallettim. Mantarlara hızlıca yaklaştım ama ben yaklaştıkça şekillerini değiştirmeye başladılar. Sağ tarafa doğru bir çeşit yana yatık çöküntü vardı. Yeni bir umut belirmişti. Buradan mümkün olduğunca yükselip sola yan geçiş yapabileceğim bir noktaya ulaşabilirdim, böylece mantarların üzerine çıkabilirdim. Ondan sonra, sadece gökyüzünde asılı duran buz kolonunu tırmanmak kalacaktı.

Matsek maviliklerin arasından “Şey... Belki ben devralabilirim şimdi..Son ip boyunu da sen tırmanırsın,” demişti. İçtenliği beni savunmasız yakalamış ve bir soba kadar sıcak doğası ile dostluğumu kazanmıştı.
Olur Matsek,” diyerek teklifini tereddüt etmeden kabul ettim.
 
Matsek lider çıkışa başladı. Çok korkmuşa benziyordu. İpin değişen hareketlerinden stresli ve yorgun olduğunu hissetmiştim. Yassı, büzüşmüş bir böcek gibi buzdan çöküntünün içinde sıkışmıştı. Hırıldayıp, küfretti. Dikkatli olmam için uyardı. Sağa, mantarların sağına yavaşça tırmandı ve buz saçaklarının yakınında, en üst noktada durdu. Solunda, cam gibi buz, boşluktaki bir çatlak gibi vadinin üzerinde asılı duruyordu. Rotamız burasıydı.

Kahretsin, daha önce hiç bu kadar kırılgan biz buzda tırmanmamıştım” diye yakınıyordu Matsek, gri gözleri endişeliydi. Sis, bu uğursuz gölge, bizi beklediğimizden daha erken yakaladı. Göğsümde top şeklinde bir yaratık yuvalandı- tehlikenin tatlı farkındalığı. Boşluktaki çatlak giderek inceliyordu. Bir çeşit ölümcül güç bir manyetik alan gibi,  bir kabusun içindeymişiz gibi bizi oradan uzak tutmaya çalışıyordu. Matsek'in dostane, gri gözlerine rağmen sıkıntı hissediyordum. Çünkü biliyordum ki bu testi kendi kendime geçmek zorundaydım. Yalnızlık, çirkin hüzünlü bir kuş gibi içimde kanat çırpıyordu.

Tanrı'dan içimdeki korkuyu almasını istemeye yeltenmedim bile. Bu duyguya alışıktım. Sıcak kabarık ceketimin altında saklanır ve beklerdi. Canı cehenneme! En uygun rota, boşluktaki bu lanet olası çatlaktı işte!

Pür dikkat malzemeyi düzenledim. Hareketlerimin kendiliğinden olduğunu hissettim. Odaklanmamı sağlayan garip bir güce sahiptiler.  

Buza olduğum yerden dosdoğru girdim.

Yükselmek, aşktır.
Hayır, fikrimi değiştirdim.
Yükselmenin özü dengedir.

Buzun sağ kıyısındaki bir sete adımımı yükselttim. Set, buzun arkasına doğru ilerliyordu ve bir balkonun kapattığı, mavi renkli yapay bir mağara yaratıyordu. Bu suni mağaranın duvarlarından sular akıyordu. Rahatsız edici çağıltılar derinlerden duyulabiliyordu. Su, çayırlardaki kaynağında, bilinmeyen bir güç tarafından yönetiliyor gibi düzensiz dalgalar halinde akıyordu. Buzun sağ tarafının tehlikeli bir biçimde ince olduğunu farkettim- sadece birkaç santimetre. Fakat, mağaranın içindeki buz perdesi daha da kalındı ve en sonunda da kayayla birleşiyordu.

Yaratıcılık, dengenin özüdür.


Mağaradan geri çekilip, bir iki adım aşağıya indim ve sola doğru ince, ıslak buzun altına doğru ortadaki daha sağlam buza ulaşana kadar yan geçtim. Bulunduğum yerden, yukarıya güvenle ilerleyebilirdim. Negatif mantarların tam üzerinde duruyor olmam gerektiğini düşünüyordum. Buz kazmamı başımın üzerine doğru ilk vuruşumda, kollarımda muazzam bir ağırlık hissettim. Sanki bir yaratık bana tutunmuş, asılıyordu. Artan yerçekimi, büyük ihtimalle? Aksine buz negatifleşmişti. Kazmanın her saplanışına, dayanılmaz acılar veren bir kasılma eşlik ediyordu...ah,ah...sadece bir noktadan asılı durmanın verdiği güven hissi. Geriye dönüş yoktu. Bir kaç defa salladıktan sonra kollarım kendine geldi ve hemen bir buz vidası yerleştirdim.

Herşeye rağmen, şansın benden yana olduğunu hissediyordum. Siyah buzun üzerinde, kazmanın kolayca gireceği ipucunu veren parlak, delikli kısımları hedeflediğim sürece yorucu vuruşlar yapmak zorunda kalmayacaktım. Ayrıca burada buz vidaları hiç bir yerde olamadığı kadar sağlamdı. Sabırla kolumdaki krampın geçmesini ve tekrar onlara güvenebileceğim hala gelmelerini bekledim. Dik pasajı fethederken, cesur bir duyguya kapıldım. Kazanmıştık!

Kahretsin, olmamış mıydı? Tam o anda hafif hafif kar yağmaya başladı. İki koluma birden acı girdi. Matsek'in puslu görüntüsü çok aşağılarda kayboluyordu. Tamamı açık ipin ağırlığı beni dayanılmaz bir şekilde aşağıya çekiyordu. Büyük bir çaba harcayarak, çayırın yamaçlarına açılan bu delinmez sise gizlenmiş buz hunisinden kurtuldum. Hemen, bir iniş rotası bulmakla ilgilendim.

Saat, öğleden sonra üç olmuştu. Yükseklik yaklaşık 4000 metreydi. Kanyonun tabanı ile bizim aramızda yaklaşık 1000 metrelik bir fark vardı. Buz gibi rüzgar giderek kalınlaşan kar tanelerini savuruyordu.

Ah, Madam! Çorbanı o kadar çok özledim ki! Sana nasıl geri dönecektik?

İpin boşunu alırken buz gibi kaslarıma kramplar giriyordu. Sonunda Matsek derinliklerden çıkarak yanıma geldi.

Off, bu ip boyunu geçebilir miydim, bilemiyorum. Gerçekten bilemiyorum,” dedi Matsek. Bu övgüsü, sıcak bir nefes gibi bir an içimi ısıttı. Ah, “Soba” Matsek...


Enerjisi yerine gelen Matsek, çalılıklara kadar kalan bir kaç metreyi yürüdü. Yüzden kurtulmuş olmanın verdiği keyif, sisin içinde çabucacık dağıldı. Korku her adımda keyfin yerini almaya başlamıştı. Görüş ise bir kaç metreye düşmüştü. Dizlerimize kadar karın içinde debeleniyorduk. Uçsuz bucaksız düzlüklerden geriye dönmek ihtimaller dahilinde değildi. Mahvolmuştuk. Nereye gitmeliydik? Bugün ikinci defa hissettim ki, hala daha da kötüsü olabiliyordu.

Himalaya ormanlarının, arapsaçına dönmüş büyülü karmaşasına girmemiz bir kaç dakikamızı aldı. Aşağıya inmek için tek umudumuz, şelalenin solunda kalan tepelerden dosdoğru nehre aşağı inmek gibi görünüyordu. Ama bu sık ağçlar arasından ve bu siste yolumuzu bulabilecek miydik? Eğer doğuya doğru çok fazla yan geçersek, alttan karanlık bacalarla kesilen büyük kanyonun tuzağına düşebilirdik. Ağaçlık bölge, bizi daha erken alçalmaya zorlarsa, aşağıdaki büyük duvarlardan biriyle karşılaşabilirdik. Bu siste, dikkatsizce alçalmak bir daha geri dönemeyeceğimiz bir tuzağa dönüşebilirdi. En iyi ihtimalle, ödeyeceğimiz bedel halihazırda sonuna kadar tükettiğimiz enerjimizi kaybetmek olacaktı. İniş içinse sadece iki sikkemiz vardı.

Kwangde'nin kuzey yamaçlarının çizimini çıkardım. Buruşmuş sayfaların arasında, Varşova'dan Krakow'a bir tren bileti buldum. Üzerindeki not şöyle diyordu: “Halinka-kahve, 'Rio', 4 ös ”. Tam zamanında orada olabilmeyi çok isterdim. Bu arada, Madam'ın akşam yemeği için bile artık çok geçti. Daha da kötüsü, bundan sonra hiç akşam yemeği olmayabilirdi.

Oysa şu an, en önemli soru şuydu: Doğu, ne taraftaydı?

Rüzgar ormanın içinde kayboluyordu. Siyah, bükülmüş dallar sisin içindeki canlı yaratıklar gibi önümüzde beliriveriyordu. Kar taneleri de dalların arasından süzülüyordu. Yamaçta, yatay büyüyen garip ağaçlar vardı. Dikkatle hayaletli ağaç yumağının içinden alçaldık. Alçaldığımız her kısımdan sonra, altımızdaki dipsiz kuyunun korkusu bizi yamaçta yatay olarak ilerlemeye zorluyordu. Arazi giderek dikleşmişti. Hayalet topluluğunun içinde harcadığımız çaba, uzaklık algımızı tamamen yoketmişti. Ne kadar gittiğimiz hakkında hiç bir fikrimizi yoktu: 300 metre, belki de 1000 metre? Neredeydik? Neler olduğunu anlamak için bir tuzağa girmeye hazırlanıyordum.

İnatçi şüphelerim geri geldi. Acaba bütün bunlar Shillie'nin mi işiydi? Aklımız karışmıştı, arada bir durup, etrafı dinliyorduk. Ama bütün arazi tamamen aynıydı- dalların biçimlendirdiği sisli loşluk ve yosun kaplı sarmaşıklar. Hiç bir ipucu yoktu. Bir kaç adım ve yine aynı sakinlik.

Shillie, Tanrı aşkına!

Birden, ayağımın altında, yolumu kesen bir yokuş olduğunu hissettim. Bu engel hiç hoşuma gitmemişti ve çalılıkların arasına dalmadan bir an duraksadım. Yamaç ve sık ağaçlar sonunda bitmişti. Tam önümde sisli, parlak bir boşluk beliriverdi.

Ne görüyorsun?” diye sordu Matsek.
Ayın parlak yüzünü” diye cevapladım.

Dar bir sırtta duruyoduk. Birşeyler ters gitmişti. Hiç kar yoktu, onun yerine kuru, altın renkli otlar her yeri kaplamıştı. Burası güney yüzü olmalıydı! Ama iniş rotası kuzey yüzündeydi. Bütün dünya nasıl kendi etrafında dönebilmişti böyle? Bu ay gibi gümüşlü otlar nerden çıkmıştı ve üzerimizde duran bu gri buzlar da neyin nesiydi? Ormana ne olmuştu? Neler oluyordu?

Comments

Popular Posts