LOSAR-3

Günbatımının kara bulutları giderek alçalıyordu. Gri bir ışık bütün vadiyi doldurmuştu. Nehrin sesi dışında boğaz huzur doluydu. Bizim ise nehirde sığ bir yer bulmaktan başka şansımız kalmamıştı. Ama dik duvarlar boğazın hem aşağısında hem de yukarısında yolumuzu tıkamıştı. Duvarın üzerindeki alana ulaşmak için dik bambu ve ormangülü çalılıklarından yorucu bir traverse başladık.
Boğazın tabanına geri dönmek istediğimizde ise dik yamaçlar her seferinde bizi durdurdu. İp inişi yapmayı düşündük, ama böyle bir yerde ip bir hazine kadar değerlidir; en ulaşılmaz görünen yerde takılıp kalan bir ipi bir daha göremezdiniz. Biz de bambuların içinden zorladık.

Nihayet yamaçta bir boşluk bulduk ve otlu setlerden alçalarak boğazın tabanına vardık. Burada nehir daha sakindi. En uygun görünen yerde, yayılarak küçük bir ada tarafından iki kola ayrılıyordu. Nehir, ilk kolun ortasında tehlikeli bir şekilde köpürüyordu. Buna rağmen bunun tek şansımız olduğunu düşünüyordum. Keyfim yerine gelmişti.

Matsek'e umutla bakarak “ Nehri geçmenin zamanı” dedim. Ama Matsek morali bozuk bir şekilde ayakkabılarına bakarak oturuyordu. Bir şeyler ters gidiyordu.


“Yapamam” diye cevapladı.
“Matsek, delirmiş olmalısın!” (ç.n. deli misin oğlum lan!)
Hüzünle açıklamaya çalıştı,“Eğer ayakkabılarım ıslanırsa, hemen açılırlar”.
“Ama, Matsek...”
“Lütfen anla, bu ayyakabıları tam iki senedir kullanıyorum..tek ayakkabım bunlar..”. Konuşmakta zorlanıyordu.

Arkadaşlar arasında bir kült olmuş deriden ayakkabılara hayranlıkla bakıyordum; bu sadık hizmetçilere ve zengin bir geçmişin tanıkları olan bu ayakkabılara. Şüphesiz, Matsek'in ot tırmanışındaki başarılarının yanı sıra ilahiyat yaşamındaki iniş ve çıkışların hepsini hatırlıyorlardı. Israr etmemem gerekiyordu.

“Peki, Matshit, nehri tek başıma geçeceğim.”
“Bekle, yarın birlikte geçeriz karşıya. Buraya tekrar gelmek zorundayız, değil mi? Niye iki defa ıslanalım ki?”

Yarın mı? Bu kurnazlığı beni dehşete düşürmüştü. İmkansız! Bu şelaleye yaklaşmayı ilk denediğim günden bu yana tam 12 sene geçmişti. Ve Madam yukarda bizim için başka bir şölen tuzağı hazırlıyordu. Kızgınlıkla, bu suya girmeme hiç bir şeyin engel olamayacağını düşündüm ve tam da bu sebepten kaygılanmaya başladım. Kahretsin, suya gireceğim kesindi ama neden bunu iki kez yapmalıydım ki?

“Peki, Matshit! Yarına kalsın” dedim.

Thawa oteline vardığımızda, Matsek ayakkabılarını çıkardı, güzelce kuruladı ve Madam'ın yiyeceklerimizi pişirdiği ve sıcaklığında bir kedinin uyuduğu şömine ateşinin yanına koydu. Çok yorgundum.

Ertesi sabah, tekrar yulaf lapası sipariş ettik ve sonra sessizce otelden ayrıldık. Boğazın tabanında sabah ayazı kendini gösteriyordu. Matsek'e tek bir kelime bile etmiyordum. Karların arasından nehir kıyısına vardığımızda, üzerimizdekileri ve ayakkabılarımızı çıkartmak biraz zaman aldı. Dünden kalma sinirim yavaş yavaş geri geliyordu. Kaderin oyunbozanlığına yönelen, açık bir öfkeydi bu.

Şiddetle bağırıp, tiz bir çığlık attıktan sonra korkusuzca buz gibi suya girdim. Bu sefer soğuğu hissetmedim. Suyun bıçak gibi keskinliği başka bir yerlerde, yukarıdaki donmuş ormanın oralarda bir yerde dolaşıyordu. Nehrin ilk kolunun tam ortasında, kayalıkların arasındaki çalkantılı suda, kalçama kadar batmıştım. Ama burada, kaotik akış gücünü yitiriyordu. Aradaki adacıkta durmadan, bir sonraki kola girdim hemen. Sığ bir gölet gibi görünüyordu, kolay olacaktı. Sonunda, Vadedilen Topraklar'a adımımızı attık.

Şerpa baltasının bile erişemediği büyülüleyici bir orman önümüze serilmişti. Muazzam ormangülleri, incecik dallarını bambu kümelerinin üzerine uzatmıştı. Bana pek yabancı gelen gümüş renkli çam ve göknar türleri, kalın gövdeleri ve kısa dallarıyla bir sürüngenin güçlü kolları gibi tüm ihtişamıyla önümüzde yükseliyordu. Bu kolların arasından buzdan bir saç teli, gökyüzüne doğru hızla yükseliyordu. Oniki yıl sonra nihayet ona dokunabilecektim.

Bütün malzemelerimizi ilk buz etabının altına bırakarak, artık arkadaş gibi olduğumuz nehirden karşıya geçip Namche'ye döndük.

“Nereden böyle?” diye merakla sordu Madam.
“Ormandan.”
“Hangi ormandan?”
“Orada, nehrin ötesinde olandan.”
“İmkansız. Olamaz!”
“Ama biz ordaydık. Suyun öbür tarafında.”
Madam hoş olmayan bir şekilde ve biraz da öfkeyle, “Siz delisiniz” dedi.

En az bir koca gün dinlenmeye ihtiyacım vardı. Nehri geçerken karşılaştığımız zorluklar, kadere olan inançsızlığımı güçlendirmişti. Onca şüphe ve korku içimi daraltmıştı. Matsek'in ayyakkabılarına kuşkuyla baktım, aslında bütün malzemelerine bir gözgezdirdim. Madam da takıntım haline gelmişti. Hatta o kadının en ufak bir ilgisi, beni daha da dikkatli olmaya itiyordu. Bizi tuzağa düşürmeye çalışan beklenmedik girişimleri dışında, bir de karmakarışık teknik belirsizlikler ve kaygılarla uğraşmak zorunda kalıyordum. İnce buz tabakasının ve kötü emniyet imkanının düşüncesi zihnimi kasıp kavuruyordu: saçaklar üzerimize düşüyor; şelaleden kaçışın olduğu balkonda asılı duran buz kolonu sallanıyor; soğuk ve rüzgarlı bir gece bizi dimdik bir etapta yorgun argın yakalıyor; ve sonunda yorgunluktan tükenmiş bir haldeyken, çayırlıktaki derin karda ve fırtınanın içinde bata çıka ilerliyoruz.

Keşke bu korkunç hayallerden kurtulabilsem...Ama hayalgücüm onları sürekli geri çağırıyordu. Aşırı dikkatim, zayıflığım haline gelmişti. Doğrusu, beni yıllarca bir çok hatadan ve felaketten kurtarmıştı. Ama tırmanışın bana sunduğu yükselme zevkini ve o nazik dengeyi benden alıp götüren korkunç bir hisse dönüşmüştü. Neyse ki, en iyi tırmanışlarımdan hemen önce garip bir dönüşüm yaşarım. Belirsizlik tarafından kovalanır, hayalgücüm yüzünden tedirgin olur vazgeçmeyi isterim. Kaderle güreşmekten vazgeçer, kendimi huzur içinde teslim ederim. Yani demem o ki; kendimi kurban ederdim. Tam o anda, tuhaftır, özgürlüğümü ve huzurumu geri kazanır, kendiliğinden gerçekleşen bir tırmanışın ödülünü alırdım.

Hayatın özü, Kardeşlerim, yükselmektir.

Onu, vaktini boşa harcayarak, boş konuşarak, peşin para peşinde ya da tırmanarak geçirebilirsin...

Bu defa, bir günlük dinlenme rahatlatlık getirmedi. Keskin gölgeler, Kwangde'nin yamaçlarında sakin sakin dolaşıyordu. Temkin, beni bir an bile rahat bırakmadı. Madam'ı gizlice izliyordum, uykulu Matsek ise beni sinir ediyordu.

Tırmanıştan önceki gece, gerçekle rüya arasında gidip geldim. Upuzun gölgelerle sarılmış bilincim, nehrin gecenin içinde dalga dalga yayılan uzaklardaki sesine tutunuyordu. Mantığım hem azarlıyor hem de rica ediyordu, “ Uyu, oğlum, hadi uyu.”

Geceyarısı bir buçukta uyandım, alarm daha çalmamıştı. Yataktan doğrulup, etrafı dinledim. Elektrik lambasının ışığı, camın arkasındaki buzda parlıyordu. Matsek'in yatağının üzerinde şeytanlar birbirlerine sokulmuş danslar ediyorlardı.

Madam'ın, termosa koyduğu yulaf lapası bizi gerçek dünyaya döndürdü. Gece güzeldi. Kar biraz donmuştu. Gökyüzü zarif bir şekilde göz kırpıyordu.

Saat ikiyi çeyrek geçiyorken, boğaza vardık ve hemen tabana alçaldık. Üzerimizde samanyolunun yayıldığı koyu mavi gökyüzü, boğazın karanlık duvarları tarafından kesiliyordu. Saat üç gibi, kafa lambaları eşliğinde nehri bir kez daha geçtik. Karanlık renkli akıntı parıldadı ve sıvı metal gibi akmaya devam etti. Yalnız bir yıldız, nehrin sularında boğuluyordu.

Nehrin karşı kıyısında, Kwangde kitlesinin kuzey yamaçlarındaki bakir ormana dalmıştık. Bambuların gölgesi, üzeri yosun ve kar kaplı kayalıkların üzerinden atlayıp, kırılıyordu. Nehrin uğultusu ağaçların arasında kaybolup gidiyordu.

Saat dört buçukta, Boğazın yosunlu duvarlarındaki karanlıkta garip bir yaratık beliriverdi: oval, pusuya yatmış bir kütle; soğuk bir parıltıya sahip, ipleri birbirine dolanmış canlı bir yumak. Yürüyüşün uykuya yatırdığı farkındalık, birden uyandı. İki gün önce bıraktığımız malzemeleri görmüştüm. Hemen yanıbaşımızdaki büyük buzun soğukluğunu hissetmiştik.

Bir buz bandının üzerinde yükselmekten daha sıradışı bir şey var mıdır acaba?

Bir kaç metre yukarıda buzdan bir basamak bizi küçük karlı bir sirke çıkarıyor, üzerinden de devasa buz kütlesi yükseliyordu. Yakınlardaki suyun uğultusunu duyabiliyorduk. Yamacın sağ tarafına doğru ilerledim. Şakınlık içinde, buzun yüzeyinden su aktığını gördüm. Kazmamı buza doğru salladım ve bu soğuk, kaygan yaratıktan bana yardım etmesini diledim. Kardan yükseldim- ve işte ordaydı. Yükseldim, yükseldim...Ama suyun sesi ikaz edercesine artıyordu ve birden, kendimi bir duşta buldum. Buz, üzerine yük binmiş bir kazmanın altında eğilip bükülen sümüksü bir yaratığa dönüşmüştü. Biraz daha ilerde kendimi gerçek bir şelalenin altında buldum. Sel gibi akan sular kaskımı dövüyordu. Bir kaç saniye içinde üzerimden su damlayacak hale gelmiştim ve panik içinde Matsek'in yanına doğru geri çekildim.

Kurnaz tilki bunu tahmin edememişti. Buz şelalesi aslında hala bir şelaleydi! Oysa... New Delhi'deki duvarda, şunlar yazıyordu: “Tanrı'nın, kabızlara armağanı.” Bunu nasıl unutmuştum?

Yukarıda, başka bir yerde daha suyun parıldadığını farkettim. Şüphesiz, başka bir duştu bu. Muhtemelen baştan aşağı ıslanacaktık. Bu haldeyken uzun bir geceyi atlatabilir miydik? Bivak malzemesini aşağıda bırakmıştık; tek günde tırmanışı bitirme şansımız ise şüpheliydi. Buna rağmen en büyük endişemiz yumuşayan buzdu. Bu boktan şeye yerleştirdiğimiz bir buz vidasına nasıl güvenebilirdik? Emniyet imkanı tümüyle aldatıcıydı. İhtiyaç duymamız halinde bile ip inişi imkanımız olmayacaktı. Açıkçası hava çok sıcaktı. Sıcaktan yerle bir olan buz şelaleriyle ilgli korku hikayelerini tekrar hatırlamıştım.

Korku, korku! İkimizin de cesareti kırılmıştı. Bir çeşit kör talihin beni sinsice izlediğinden emindim. Neye dokunsam kurutuyordum. Neden? Bu garip ağaçlara ve kayalara kırgındım. Gücümü toparlamaya çalıştım ama içimi bir boşluk kaplamıştı ve bir gölge gibi dalga dalga yayılan bu boşlukta, korku ve belirsizlik vardı. Açıkça anladımki burada varlığımızın hiç bir anlamı yoktu. Daha en başından beri böyle tehlikeli bir olaya girişmeye neden can atıyordum? Enerjime ne olmuştu? Beni buraya getiren o ilham nereye gitmişti? Bütün duyularımla, bu yerin saçmalığını ve vehametini farkettim. Matsek'e şöyle bir baktım, içgüdüsel olarak yardımına ulaşmaya çalışıyordum. Ama onun gözlerinde sadece sabahın ağartısı vardı. Matsek açıkça vazgeçmemizi ve ona daha önceden tarif ettiğim gizli dağ için çaba harcamamızı teklif etti. Bütün değerlerime küfretmiş gibi hissettirse de, o anda beni ele geçirmiş olan acizlik bu sıradışı fikirleri gözardı etmemi sağladı. Ağaçların siyah dalları, gri şafağa doğru uzanıyordu.

Comments

Popular Posts