LOSAR-2

Steffkerlerden ayrılalı henüz iki hafta olmuştu. Onlarla Yeni Delhi'deki kalabalık Pahar Ganj'ta tekrar karşılaştım. Rahatlamış görünen Gottlieb, ışıldıyordu. Eşi ise sürekli konuşuyor ve eskisi gibi gizemli bir şekilde gülümsemiyordu artık.

Bu kısacık süre içinde, Hint nüfusu sanki 1 milyon artmıştı. Turuncu kıyafetli gurularla eskisinden daha sık karşılaşıyordum. İçlerinden biri yüksek perdeden bir sesle, tam da bana uyan bir öğreti dağıtıyordu : “ İyi durum kötü duruma, kötü durum iyi duruma...”



Daha da kötüsü, Delhi'de artık daha fazla Rus vardı ve bütün iyi Hint mallarını alıyorlardı. Pahar Ganj'taki dilenciler giderek artmıştı, tıpkı uyuşturucu ve her türlü belayı satanlar gibi. Biri arkamda şöyle bağırdı, “ Hey bayım bakın, Punjab giysisi!”

“Ben Punjablı değilim.”
“Ama bayım, bu kadınlar için!”
“Ben kadın değilim.”
“Ama dostum, bu çok güzel!”
“Aa!..Ama senin için üzgünüm.”

Satıcı üzgün bir şekilde vazgeçti. Matsek ise, Grand Crag'te bozguna uğradığından beri ilk defa gülüyordu. Görünüşe göre yaraları iyileşiyordu.

Hindistan her geçen gün ısınıyordu. Her zaman uykusuzluk sorunu yaşadığım, tanıdık, küçük bir otele yerleştik. Gece boyunca, bir zavallı tarafından kirli duvara eğri büğrü harflerle kazınmış yazıya, tam dört saat baktım: “ Yeni Delhi, Tanrı'nın kabızlara hediyesi.” Bu eğri büğrü yazının arkasında, herhangi biriyle kolayca bağdaştırabileceğim sıcakkanlı bir insan olduğunu hissettim. Birden mesajın içeriği, korkunç bir gerçeği aklıma getirdi: şelale eriyecekti! Alışveriş işlerini bıraktım, Ruslarla olan rekabetimi tamamen unuttum ve hemen Nepal'e doğru yola koyulduk.



Kwangde'nin çayırları gri bir sisle kaplanmıştı. Buz rotası, donmuş sık ormanın üzerine doğru sislerin arasından uzanıyordu. Kalbim ve zihnim aniden kendine geldi! Bu eski, sürekli araya girip dırdır eden gizem, bu koyu sisin altında, donma sınırının üzerine doğru kanatlarını yayıyordu. O her yerdeydi; mavimsi ormanın üzerinde geziniyor; nehirdeki taşların etrafını kaplayan buzdan dantelin üzerinde parlıyor; yakların cam gibi gözlerinde saklanıyordu. Sonunda ona ulaşıp dokunabileceğim gibi görünüyordu.

Buz rotası, şaşırtıcı bir şekilde hiç bir yere varmıyordu, ancak yine de gizli bir olasılığın daha sözünü veriyordu: Namche Bazaar ile şelaleyi birbirinden ayıran derin boğaz. Tabanda hızla akan, uğuldayan çalkantılı bir nehir. Buralarda herhangi bir köprü olmadığını ve suyun içinde yürüyerek nehri geçmemiz gerektiğini biliyordum. Şerpalara bunun mümkün olup olmadığını sorduğumda gülerek başlarını salladılar. Namche'ye vardığımız gün, gecikmeden bu baş sallamanın ne anlama geldiğini öğrenmeye gittik.

Küçük taşlarla döşenmiş boğazın tabanına doğru bambuların arasından indik. Coşkun nehir, pek de davetkar görünmüyordu. Buz kaplı kayaların üzerinden vahşice atlıyordu. Şelaleye yakın bir yerlerde bir geçiş olduğunu umarak boğazdan yukarıya yürüdük. Bir kaç yüz metre sonra nehir, boğazın duvarlarını zorlamaya başladı ve yeşilimsi bir su yolumuzu tıkadı.

Tereddüt etmeden soyundum ve felç edici soğukluktaki nehre girdim. Matsek istemeyerek de olsa pantolonunu çıkardı. Nehrin döndüğü yerde, suyun yüzeyinde buz parçaları yüzüyordu. Soğuk, çelikten bir bıçak gibi kemiklerime saldırıyordu. Sarsıldım ve olduğum yerde durdum. Soğuk, açık bir yara gibi yanıyordu. Acıdan inleyerek, panik içinde nehir yatağına geri döndüm.

Mastek pantolunu ile ayaklarını sarmıştı. Kaygılanmaya başlamıştım. Nehirdeki hızla akan ana akıntıya doğru baktım. Şimdi daha da kötü görünüyodu. Lanet olsun! Daha ilk denemede vazgeçemezdim. Yapamazdım.

Kararlı bir şekilde suya tekrar adım attım. Taşlı zemin, düzensiz bir şekilde sarsılıyordu ve ayağımın altından kayıyordu. Nehrin homurtusu, boğazın içinde bir yerlerde giderek büyüyordu. Su beni beklemediğim bir kuvvetle itti. Beyaz kenarlı kara bir bulut, donmuş kayaların üzerinde hızla büyüyordu. Korku ve ilkel bir belirsizlik hissi, kanatlı bir yaratık gibi yukarıdaki buluttan üzerime çökmüştü. Bütün cesaretimi yitirmiştim. Utanç içinde ikinci kez geri çekildim. Matsek tek bir kelime etmeden pantolonunu yukarı çekti. Teslim olmuştum.

Namche Bazaar'a vardığımızda akşam karanlığı taş döşeli yollara çökmüştü. Havada, yanmış yak gübresinin kokusu vardı. Soğuk, kirli karın üzerinden eserek geliyordu. Kaderin tahmin edilemez bir yanı olduğunu söyleyip duran bir bilinç, beni akşamın boşluğunda takip ediyordu. Otel ışıkları ise bizi onlardan birinde kalmaya davet ediyordu. Sol tarafta, “A.G. oteli, kütüphanesiyle birlikte size en üst düzey huzur ve mutluluğu garantiler” yazıyordu. Sağ tarafta ise, “Buddha oteli,- tatlı elmalı turta, sıcak duş, Fransız banyosu.”

Köy, neredeyse terkedilmiş gibiydi. Yak derisi kuşanmış bir grup Tibetli, çember şeklinde oturup zar atıyorlardı. Onların arkasında, gri, buzdan şelale hattı uzaklarda karanlığa gömülüyordu. İnsan çemberi, kışın karanlığında, enerjiyle dalgalanıyordu. Oyuncular zar atarken şans getirsin diye, garip sözcükler haykırıyor, pirinç zar kutusuyla sihirli hareketler yapıyor ve şiddetle bağırıyorlardı.

“Kahretsin” diye düşündüm. “Bunu aklımda tutmalıyım.”

Tibet birası sunan Thawa otelinde kalmaya karar verdik.

“ Yine sen! ” Şerpa kadın beni hatırlamıştı.
“ Evet, hanımefendi. ”
“ Arkadaşın nerede? ”
“ Ayrıldı, hanımefendi. ” saygıyla cevap verdim.
“ Bu senin oğlun mu? ”
“ Hayır, hanımefendi. ”
“ Neden geri geldin? ”

Ardarda gelen sorularla tetiklenmiştim. Gizli görevimiz gizli kalmalıydı. Kadın şüphe içinde bir bana bir de Matsek'e baktı. Tırmanış arkadaşlarımı gömlek değiştirir gibi değiştirmiştim. Ayrıca, Matsek benden 25 yaş daha küçüktü ve kadınlarda erotik hisler uyandıran dudaklara sahipti. Kahya kadına biraz ilginç görünüyor olabilirdik, ama bu özel ekibi bir araya getiren acaip
sebebi anlamamıştı.

“Şey, hanımefendi, nehrin karşısındaki ormanı çok beğendim,” sakin ve sevimli bir sesle bu aptal yanıtı verdim. Kahya bıkarak öbür tarafa döndü ama ben mutluydum: görevimizi gizlemeyi başarmıştım.

Bir sonraki gün nehrin karşısına geçip şelaleye dokunacağımızdan hiç şüphem yoktu. Bir gün dinlendikten sonra, şafakla birlikte yataklarımızdan fırladık. Bir önceki utanç verici deneyim, kafamın içinde kötü bir alamet gibi dolanıp duruyordu. Bu fikirden bir an önce kurtulmak istiyordum.

Bir tane yulaf lapası istedim. Kahya ağırbaşlı bir şekilde gülümsedi ama ben kötü bir hisse kapıldım. Bu tip bir gülümsemeyle nerede karşılaşmıştım ki? Birden hatırladım: Gottlieb'in karısında. Endişeyle etrafıma bakındım.

“Merak etme, yulaf lapanı alacaksın”, endişemi hissetmiş gibi cevap verdi. “Ama, daha önce, başka bir şey....”

Bizi nazikçe alıp aile salonuna götürdü, mum ışığında kalın bir sesle Budist metinleri okuyan evsahibinin yanına oturttu. Oda tütsü dumanı kaplıydı. Zaman ilerliyordu.

Fısıldayarak, “Matsek, bu bir tuzak hemen çıkalım” dedim. Ama artık çok geçti. Kadın bir kap dolusu renkli cips getirip reddetmemize olanak bırakmadan yememizi söyledi. İtiraz edemezdik. Yedik ve kızgın bir şekilde buradan çıkmanın bir yolunu aradık. Ayrılarak büyük bir pot kıracağımızı biliyordum. Ama görevimiz, başka bir zayıflığa daha izin veremezdi.

“Matsek...şimdi!”, yine fısıldadım. Tam o sırada evsahibi pirinç çanı çaldı ve dua eden sesinin tonu inanılmaz bir yüceliğe büründü. Mumun ateşi sallanıyordu. Evsahibi, bizi kutsadı. Katı bir katolik olan Matsek, bir tavşan gibi sinmişti.

Güneş, Kwangde'nin duvarlarında parıldıyordu. Ölümcül nehrin uzak gürültüsü, boğazdan bize ulaşıyordu. Sabah ise hızlıca geçip gidiyordu. Kadının kurnazlığı yüzünden çaresizlik ve öfke karışımı birşeyler hissediyordum. Bir de, bize karşı komplo kurduğu fikrine kapılmıştım. Evsahibinin duası giderek monotonlaşmıştı. Kararlılıkla tekrarladım “Gidiyoruz Matsek”. Dikkatimi çıkışa doğru yönelttiğim anda, bir sürü yerel ziyaretçi, içeriye girip “ Tashi delek losar” diyerek bizi selamlamaya başladılar.

Losar! İşte bu! Bu, Tibet'te yeniyıl demekti. Bu tören de 3 gün sürecek bir şenliğin başlangıcıydı. Görevimiz bir şölene dönüşmek üzereydi! Ama tam da bu anda, kutsanmayı kabul edip cipsleri yedikten sonra, kalkıp gitmek daha da kabalık olacaktı. Kahretsin, kabalık ya da değil, kadının beni kontrol etmesine izin veremezdim. Hatırlatırım: Benim adım Voytek, yani savaşçı demek. Ayağa kalktım ve çaresiz bir isyankarlıkla üçüncü kez sesimi duyurdum, “Gidiyoruz!”.

Aniden, sanki topraktan fışkırmış gibi, Madam karşımda belirdi. Gülümsemesi hiç olmadığı kadar ciddileşmişti. Tek bir bakışla, beni oturduğum yere geri fırlattı. Peşinden, özenle hazırlanmış sıcak yiyecekler geldi.

Öğleden sonra, şölenden tıkabasa dolmuş ve yorgun bir şekilde ayrıldık. Moralim bozulmuştu ve kaderin bizimle dalga geçtiğini hissediyordum. Uyuşukluğumuzun güçlükle üstesinden geldik ve boğaza doğru 450 m koştuk. Vahşi ve buzlu nehir, korkunç görüntüsü ile hemen önümüzde belirdi. Donmuş zemin, rüzgardan sürüklenmiş karla kaplanmıştı. Siyah buz, karın altından çıkıyordu. Billur gibi buz, yamuk yumuk, hayali görünümlü ağaçların sıkıştığı simsiyah kayalıklar arasında, tam başımızın üstünde bir kule gibi yükseliyordu. Dehşet, nehirden bize ulaşıyordu.

Çaresizce, kasvet içindeki donmuş çevreye gözgezdiriyorduk. Bir de baktık ki, kayalıkların arasında, büyük ihtimalle bir zamanlar köprü yapmak amacıyla birinin buraya bıraktığı uzun bir ağaç gövdesi vardı. Nehrin iyice daralıp kayalıkların arasından köpüklü bir şelaleye dönüştüğü yerde bir köprü kurmaya çalıştık. Ama gücümüz yetmiyordu ve ağaç her defasında suya düşüyordu. Her deneme biraz daha azimli olurken, ağaç laftan anlamaz bir hayvan gibi bizimle inatlaşıyordu ve çabalarımız boşa gidiyordu. Bize garezi varmış gibi, ya hedeflediğimiz yerin tam tersine gidiyordu ya da şaşırtıcı bir gayretle kendini ellerimizden zorla ayırıyordu. Hatta bir keresinde beni neredeyse şelaleye düşürüyordu.

Takatimiz ve umudumuz kalmamıştı ki yeni bir fikir geldi aklımıza. Ağacı dik pozisyona getirdik ve kendiliğinden şelalenin karşısına doğru düşmesine izin verdik. Ağaç düştü, birazcık zıpladı ve şelalenin hemen üzerinde dengesiz bir şekilde asılı kaldı. Ağaç o pozisyondayken üzerinden kayıp düşmek felaket olurdu. Işin daha da kötüsü, şelaleden püsküren su ağacı ıslatıyordu. Bu da geceleyin ağacın buzla kaplanacağı anlamına geliyordu. O an mücadeleyi kaybettiğimizi anladık.

Comments

Popular Posts