Eylül'e Kürek Çekmek
Bir kıyıdan çıktık yola. Adına
İztuzu denilen sakin bir koydan, kayalıkların uzanıp gittiği burna doğru kürek çekmeye
başladık. Kürek çekmek? Deniz? Nasıl böyle bir şeye cesaret edebildiğimi halen
bilmiyorum. Denizkayağı yapacağımı 12 saatlik bir otobüs yolculuğunun hemen
öncesinde öğrenip, apar topar bu kıyıya gelmiştim.. Otobüsten iner inmez, beni
bekleyen Engin ile pazarda alışveriş yapıp sonrasında Vedat Abi'nin
verandasında güzel, mütevazi bir kahvaltı yaptık. Yol yorgunu bedenimle, meşhur
sağ direksiyon Defender'a atlayıp İztuzu plajına vardık. Malzemeleri ve
kayakları indirdikten sonra üzerime can yeleği ve bir etek giyerek kayağa
oturdum. Kayakla kısa bir tanışmadan
sonra
(hemen açayım: bu kürek, şu pozisyonda tutup böyle çeviriyosun, bu etek devrilirsen böyle çıkart. hadi suya şimdi) beni neyin beklediğini bilmeden
ve açıkçası düşünmeden kürek çekmeye başladım.İlk bir kaç yüz metre durgun
korunaklı sularda kayağa alışmaya çalıştım. Alıştım da. Dengeliydim ancak
enerjimi iyi koruyamadığımı farkediyordum. İlk burundan sonra önümüzdeki 3 gün
boyunca tekrarlayacağım hareketler yerleşmişti bile.
Bu görüntü. Hep uzakta, ufkun ötesinde, yakın görünüp uzak olacak, gitmenin saatler süreceği burunlar, koylar ve ne olursa olsun oraya gitmeye çalışmanın uğraşı. İlk molamızı bir kaç saat içinde verdik, bir kıyıya yanaştık, keçileri kovalayıp dünyanın ilk gününden beri orada olduğunu düşündüren bir zeytin ağacının gölgesine yerleştik. Çok yorulmuştum hatta bütün vücudum uyuşmuştu. Kıyıya çıkarken, kayaktan çıkacak adımları bile atamamıştım. Sonra ilk sürpriz: uçan balıklar. İlkin rüzgar zannedip sonradan farkına vardığım bu balıklar, Yaşar Kemal'in denizlerini, yıllar önce okuduğum ve zar zor hayal ettiğim denizlerini gözlerimin önüne sermişti. Menevişlenen, gümüş parlaklığında balıkların uçuştuğu, balıkçıların sarı, sıcak güneşle yola koyulduğu denizler. Artık zihnim bomboştu, sorunlar uzak bir yere aitti. Bundan sonra benim için turkuaz deniz, kürekler, kıyılar, koylar ve bir dolu gökyüzü vardı.
Bu görüntü. Hep uzakta, ufkun ötesinde, yakın görünüp uzak olacak, gitmenin saatler süreceği burunlar, koylar ve ne olursa olsun oraya gitmeye çalışmanın uğraşı. İlk molamızı bir kaç saat içinde verdik, bir kıyıya yanaştık, keçileri kovalayıp dünyanın ilk gününden beri orada olduğunu düşündüren bir zeytin ağacının gölgesine yerleştik. Çok yorulmuştum hatta bütün vücudum uyuşmuştu. Kıyıya çıkarken, kayaktan çıkacak adımları bile atamamıştım. Sonra ilk sürpriz: uçan balıklar. İlkin rüzgar zannedip sonradan farkına vardığım bu balıklar, Yaşar Kemal'in denizlerini, yıllar önce okuduğum ve zar zor hayal ettiğim denizlerini gözlerimin önüne sermişti. Menevişlenen, gümüş parlaklığında balıkların uçuştuğu, balıkçıların sarı, sıcak güneşle yola koyulduğu denizler. Artık zihnim bomboştu, sorunlar uzak bir yere aitti. Bundan sonra benim için turkuaz deniz, kürekler, kıyılar, koylar ve bir dolu gökyüzü vardı.
Günün ikinci büyük burnunu aşarken
rüzgar bizi biraz zorladı. Yine de geçtiğimiz burunlar hem izlemek hem de
tırmanmak için çok güzel ve çekiciler. Burnu döndükten sonra ise ilk mide
bulantılarını hissetmeye başladım. Bulantı öncesinde ve aslında o gün boyunca güneş
çarpması yaşadığımı düşünüp, deniz suyuyla kendimi sürekli ıslatıp
rahatlatıyorum. Daha önce beni hiç deniz tutmamıştı, şimdi niye tutsun ki. Sevgili
denizden gelen adamlar kadrosunun ası, Engin'e hiç bir şey söylemedim o gün
boyunca. Vedat Abi'nin -bir kadrodan bahsedeceksek eğer kaptan odur- tarif
ettiği ama ilginç bir şekilde bizden gizlenen koyu arayarak kürek çekmeye devam
ettik. Belirtmeden geçmemek lazım: burnu dönerken Engin ufukta, ufkun da
ötesinde belli belirsiz bir burun gösterip, "3 günün sonunda
gideceğimiz yer burası mı acaba?" dedi. Uzak burunlardaki mor dağlar. O dakika ben de o da buna pek
inanmadık, istemedik de. Aklımızın bir köşesinde bu soruyla koya doğru devam
ettik. Aşı Koyu'na girmeden bir mağara vardı. Kayakla dikine sokup mağaraya
girdik. Engin dipteki ışığın cazibesine kapılıp -ama ne ışıktı- şnorkelle
daldı. Dipten bir çıkış aradı ama bulamadı. Sadece gökyüzünden mağaranın
tabanındaki parlak kayalara ulaşan ve yüzeye yansıyan bir ışıktı bu. Duvarlara
hayran kalıp, dar mağaradan geri geri çıktık ve koyun ağzına doğru döndük.
Mükemmel. Minicik bir sahil, çakıl taşlarıyla kaplı. Solda ufak bir kıyı daha
var, ikisinin arasında bir mağara, arkada kış yağmurlarıyla darmadağın olan,
simsiyah kayalık bir yamaç ve her yerde alabildiğine orman. Kıyıya varınca,
ufak bir bina ve asmanın olduğu yere
girdik, hemen soyunduk. Arılar, her yerde arı var. Sabah erkenden ya da akşam ya
da günün herhangi bir anında ormanı dinlediğinizde ne keçiler ne de başka bir
şey duyuluyor. Bütün ormanda sadece tek bir ses var, sanki bütün o yapraklar
yaklaşınca arı yığınlarına dönüşecekmiş gibi ürpertiyor insanı. Arılar da
bildiğim cinsten değil. Eşek arısı iriliğinde, kızıl renkli, suya gelen
cinsten. Islak isen kurtuluşun yok. Hala bazen düşünüyorum Homeros, Herodotes, Balıkçı ya da bu kıyılarda yazan bir başkası, neden arılar hakkında
hiç bir şey söylememiş. Kıyıda oturup dinlendik biraz.Orayı işleten delikanlılar - tam delikanlı ama- önce pek sıcak karşılamasalar da ardından yaptıkları mantarlı peynirli makarna ile benden tam puanı aldılar. İşte bu güzel oldu. Bir ara keçilerin dolaştığı yamaca doğru gidip zeytin
ağaçlarını kurcalamak istedim ama keçiler dik dik bakınca geri dönmeyi tercih
ettim. Zeus'un keçileri, Hızır'ın keçileri bunlar korkmakta fayda var. Gece L
şekline getirdiğimiz kayakların arasına uzanıp, gündoğumuna kadar uyuduk. Erkenden,
biraz gri bulutlu bir havada tekrar ıslaklarımızı giyerek sakin koydan yola
çıktık. Kayalık kıyılardan ilerledik, uzaktan mağara gibi görünen yerlerin mağara
olmadığını anladık. Koyun arkası Dalaman, bunu biliyorum, Vedat Abi'nin
müjdesini verdiği kayalıkların olduğu yer de tam burası. Yarı karanlık yarı
aydınlık gökyüzü altında, rüzgarın
giderek arttığı burna doğru kürek çekiyoruz. Kıyıdaki kayalıklar giderek
vahşileşiyor. Yolun en sıkıcı yerlerine sakladığımız sohbetlere burası gibi
yerlerde başvuruyoruz, ancak dinlenebildiğimiz tek yer dalgalı denizin ta
kendisi, kıyıya çıkış yok. Burna yaklaştıkça kayalıklar güzelleşiyor, duvarlar
dikleşiyor.
İkinci günde ilerlerken, burunda
Psicobloc da diyebileceğim, yüksekliği ve eğimi çok güzel olan duvarın
kıyısına park ediyorum kayağı. Engin yanıbaşımdaki mağaraya girmeye yeltense de
kabaran deniz her seferinde geri püskürtüyor, sanırım o da korkuyor. Mağaranın
yakınında kayağının denizle beraber yükselip inişleri, gün boyunca bizi neleri
beklediğinin de habercisi aslında. Ama benim gibi acemi bir denizci için
turkuaz su ve bembeyaz duvarın güzelliğinden daha önemli hiç bir şey yok
şimdilik. Bembeyaz, deliklerle dolu bir duvar. Ortasında bir ters V var ve işin
en güzel yanı çıkılabilir bir hali de var. Düşüş için de her yer çok güvenli.
Ama burada beklerken, duvarı izlerken ve ona dokunurken tekrar midem bulanmaya
başladı. Bir önceki günden daha rahat tekniği oturmuş bir şekilde ilerliyordum
bugün. Dirsek ağrımın da kaynağını bulmuş ve ağrımı rahatlatacak bir kürek
pozisyonu kullanıyordum. Ama bu bulantı bu kez güneş çarpması falan olamazdı.
Daha güneş görmemiştik neredeyse. Basbayağı deniz tutmuştu işte.
Burunda ilerlerken iyice kendini
belli etti bulantı. Dalaman'ın da bulunduğu koyun önündeki ada hedefimizdi.
Önce yaklaşacaktık, ama hayır. Bu adaya da saatlerdir kürek çekiyorduk ama
yaklaşamıyorduk işte. Deniz dinlenemeyeceğimiz kadar kabarık, kıyı ise çıkmayacağımız
kadar kayalıktı. Küreklere asıldık, adayla koyun arasına nihayet girdik:
Medeniyet. Oteller, plajlar, jet-skiler ve su kayağı yapanlar. Sakin sulara
vardığımızda mide bulantısı, mücadele azmine üstün geliyor ve durumu Engin'e
söylüyorum. Kıyıya doğru artık durmadan devam etmek istiyorum. Engin bu arada
telefonla konuşuyor ve ben giderek uzaklaşıyorum. İki gündür ilk kez düdük
kullanıyoruz, bu da iyi oldu. Bu arada yanımdan geçen balıkçı teknesi ve
içindekiler bir an Binbir Gece'nin ifritlerle uğraşan balıkçılarını
hatırlatıyor. Şimdilerde Hint Okyanusu'nda gezinen balıkçılar. Kıyıya doğru giderken çayın ağzına doğru yöneliyoruz. Tatlı su. Bir
köprünün altından geçip, sığ görünen yerde
kayaklardan iniyoruz. Burada ufak bir borç meselesini hallettikten sonra
-gerçekten ufak ama güven ve dürüstlük herşeyden önemli- ben biraz dinleniyorum
ve bulantımın geçmesini bekliyorum. Ardından yalın ayak ilçe merkezine,
Sarıkum'a doğru yürüyoruz. Kızgın güneş, asfalt, beton kaldırımlar ve İngiliz
kızlar. Burada kalmalıyız. Bir bahane bulup -aslında hazır bulantım da varken-,
burada kalmalıyız.
İlçede dolanıp -aslında tatil köyü
demeliyiz- ve çok güzel bir kahvehane görüp oturamadan kayaklara geri
dönüyoruz. Bu arada sahilde yerli yabancı bütün bakışları üzerimize çekiyoruz.
El sallayanlar, yolcu edenler. Kayağa oturduğumuzda ufka doğru bakıyoruz.
Denizin hali artık umurumuzda değil nedense. Kayıklar dönmüştü, ufuktaki bir
kaç yat da sığınılacak bir yerlere dönüyordu. Hatta bir ara peşimizden gelen
bir yat dahi bir bot tarafından durdurulup kıyıya döndürüldü. Ama biz asıldık
küreklere. İşte yolculuğun en sıkıcı kısmı. İyice açıktan giderek önden, yandan
ama hiç arkaya dönmeyen bir metrelik dalgalar arasında durmadan, dinlenmeden,
bazen kayakları birleştirip soluklanmaya çalışarak ufuktaki bir burnu
hedefliyoruz. Bu arada Dalaman Havaalanı'ndan kalkan uçaklar da başımızın
üzerinden geçip gidiyor. Tam bir yalnızlık. İnsan içinin sesinin duyabilir,
evet. Dünyaya ilişkisini kurduğu bütün duyularını kapatıp yalnızca kendi bedeninin her bir noktasındaki apayrı, değişik sesleri duyabilir. Kalbinin, nefesinin sesini, damarlarında kanın akış sesini ya da kaslarının ve eklemlerinin çıkardığı mekanik sesi. İnsan, hayatının o bölümünü, amacını dahi bilmeden sadece yapmak istediği şey, kürek çekmeye
adayabilir. Ardından tekrar denize bakar ve ufka dönersin. Şimdiki an, tamamen zihinsel bir mücadele içinde olduğunu anladığın andır. Karşı kıyı, o
gideceğimiz kıyı, yola çıktığımız kıyı, hepsi artık çok uzakta. Enginle
aramızda bazen bir kaç metre olsa da, dalgalar arasında birbirimizi göremiyoruz.
Bu arada yandan gelen bir kaç sert dalga ile kayakta nasıl kolayca
devrilebileceğimi, aynı zamandan dengeyle nasıl kurtulabileceğimi de yaşayarak
öğreniyorum. Engin bir an yanımdayken bir kaç kürek ile bir anda hızlanabiliyor
ve uzaklaşıyordu. Ama kahretsin ki ben o kadar hızlanamıyordum, bu en sinir
bozucu olanıydı. Bir kaç kürekte bir durup beni bekliyor, ben ise ona
yetişmek için durmadan kürek çekmek zorunda kalıyordum.
Dalga sesleri, kürek ve sürpriz:
Mide bulantısı! Bu kez direnmiyorum. Çünkü dikkatimin denizde olması gerekiyor.
Durup kusuyorum. Ancak bu kabarmış denizde kusmaya çalışmak aynı zamanda
bilinçli bir şekilde devrilme çabasına da dönüşebiliyor. Kusmak ve devrilmemek
için dengede durmaya çalışıyor bir yandan da denizle uğraşmak zorunda
kalıyorum. Al sana hem fiziksel hem de zihinsel bir çaba. Bu arada giydiğim eteği de batırıyorum tabii. Böyle durup kalmalarla midem rahatlayana kadar yaklaşık 3 saatte burna varıyoruz. Ama burun tam bir savaş alanı! Kıyıdan seken dalgalar, tam tersi yönden gelenler, bir yandan da karşı rüzgarla boğuşuyoruz, hem de hiç dinlenememişken. Bir ara Enginle aramız iyice
açılıyor. Beni bekleyeceği kadar rahat bir yer yok. Kolumu, bileğimi, midemi
artık hiç bir şeyi hissetmiyorum. Sadece buradan kurtulmayı düşünüyorum. Burun
dimdik bir duvar, ama kafamı kaldırıp keyfini çıkarmak, hayaller kurmak
imkansız. Engin iyice uzaklaşmışken bir ara acaba devrilsem ya da Engin
devrilse ne olur diye düşünüyorum. Ya da şu an rehberlik yapıyor olsak ve
birileri burada devrilse? Zihnime yenilmeye başlıyorum, tam bu sırada hem önden
hem de yandan 1-1.5 metrelik bir dalga bana vuruyor(bugün hala gözümün önünde o
dalga). Devrilmek üzereyken kıvrak bir bel hareketi yapıyorum, bir iki kürek
vurup suyun altımdan akıp gitmesini bekliyorum. Bu sefer gerçekten ucuz
kurtuldum. Burnun tam ortasındayken sesli-sessiz aklıma gelen bütün küfürleri
savuruyorum. Buraya girmeden önce birazcık dinlenebilseydik, deniz bize bu
fırsatı verseydi. Tek ümidim burayı döndükten sonra denizin sakinleşecek
olması. Bu arada Engin uzakta sola soğru dönmeye başlıyor. Umutlanıyorum, son
bir kez sıkıca asılıyorum küreklere, kısa zamanda ben de dönüşe başlıyorum. Ama
rahatlamıyor bu deniz. Ben döndükçe koyu turkuaz sular vurmaya, çarpmaya devam
ediyor. Bu arada sağda uzakta nam-ı diğer gündoğumu plajını görüyorum ama tam
karşısında olan ve gitmeyi hedeflediğimiz günbatımı çok uzaklarda görünüyor.
Kürekleri bırakıyorum, tükendim. Bu arada Engin bir kayalığın arkasından sola
dönüyor. En azından dinlenecek bir yer buldu diye ümitleniyorum. Onun kadar
açıktan alacak halim kalmadığından kayağın geçeceği kadar geniş iki kaya
arasından dikkatlice geçerek kıyıyı görüyorum. Deniz ve kayağa olan
hakimiyetimin iki günde ne kadar geliştiğine şaşırıyorum. Aslında yorgunluktan gözümü karartmıştım. Kayak
kıyıya varana kadar hiç rahatlayamadan ilerliyorum. Engin kayağı tutuyor, ben
dışarı atıyorum kendimi. Engin'e dönüp devam edecek miyiz, burada mıyız diye
soruyorum. O ise soruma şaşırarak "
tabi burdayız lan!!" diyor. Saat 4 civarı ve ikimiz de bitmiş durumdayız.
Bisküvi yiyoruz acilen, ıslakları çıkarıyoruz. Ben sürekli "oğlum
Sarıkum'da kalacaktık" diyorum. Engin mata uzanıp kestiriyor, ben sıcak su
ve makarna işine giriyorum. Sonra biraz etraftaki kayalıklara çıkıp yaramazlık
yapıyorum. Etrafta onlarca pet şişe, sünger parçaları hatta bir buzdolabı
buluyorum. O kadar açım ki Engin'in ben dolaşırken uyanıp hazırladığı ton
balıklı makarnayı bile yiyorum. Ton balığı ağzıma sürmeyi istediğim son yiyecek bu hayatta, bilen bilir. Hamsiyle büyüyene ton balığı yedirilir mi hiç. Bütün bu ahkam kesmeler buharlaşıp gitti. Tatlı olarak kavun, işte bu iyi geliyor. Depoyu doldurduk. Ben
deneyimsizlik içerisinde bütün bu günün normal bir kürek günü olduğunu
düşünürken, Engin iyi dayandığımı söyleyerek tebrik ediyor. Kıyıdaki iki
kovuğun önüne kayakları çekiyoruz, güneş battı batacak. Matlara uzanıp, 2 metre
ötemizde kudurmuş denize karşı uzanıp başlıyoruz anıları anlatmaya. Sonra bir
ateş yakıyoruz, kurumuş ağaç yapraklarından, üstüne sucuklar. Ay doğuyor,
yamacın kıyısında tek başına duran bir ağacın arkasından. Başka ışık, denizden
başka ses yok. Bir dalga gelip ateşi söndürüyor, tekrar yakıyoruz. Denizle
arasında tahtalardan çakıllardan bir set yapıyoruz. O söndürüyor, biz yakıyoruz
bütün gece. Aklımda tek bi şarkı var: Bozburun. Kayakları önümüze çekip
kovuklara kıvrılıyoruz. Gece bir ara uyanıyorum, Engin ayaklanmış, sigara
arıyor. Sabah öğreniyorum ki su, kayağın altından tulumuna kadar gelmiş.
Sabah erkenden uyanıyoruz, haritaya
bakıyoruz, gökyüzü kapkaranlık. Ufukta yağmur bulutları, sert rüzgarlar. Bugün
son gün, karşımızdaki tepelerin arkası Göcek. Önümüzdeki yol ise, bundan önceki
günlerde aldığımız günlük yol miktarından çok daha fazla. Kaçış yolumuz da yok.
Hava durumunu öğrenmeye çalışıyoruz. Öğleden sonra düzelecek diyor. Yola çıkmak
zorundayız, kabarmış ve kararmış denize tekrar kayakları sürüyoruz. Gündoğumu
plajının olduğu karşı kıyıya beklediğimizden çok daha hızlı varıyoruz, açıktan
giderek direk burnu hedefliyoruz. Kıyı kıyı gitmek yolumuzu uzatmaktan başka
bir işe yaramayacak. Bu arada yağmur başlıyor, deniz daha sakin. Koy boyunca
karşımızda duran yamaçları çıkıp kayakları indirmenin daha kolay olup
olmayacağını düşünüyoruz. Aslında çok sonra öğreneceğiz ki o yamaçların arkası
yolun yarısı bile değil. Bu noktadan sonra kıyıya çıkmak gibi bir şansımız uzun
süre olmayacak. Burnu dönmeye başladığımızda yağmur bulutları da bizden
uzaklaşmaya başlıyor. Her burun bambaşka bir yapıya, şekle sahip. Bununkinin
ortasında bir yar ve onun üzerinde de mağaralar olan bir yamaç var. Tepesine
bir kale inşa edilmiş olsaydı, fantastik romanlardan çıkmış bir havası bile
olurdu. Burayı geçerken deniz biraz daha rahatlıyor ancak bu burun umduğumuz yer
değil. Dönerken geriye bakıyoruz ve ilk gün Engin'in şakayla karışık söylediği
o ufuktaki yerin burası olduğunu anlıyoruz. Gerçekten de ufkun ötesine kürek
çekmiştik.
Uzun ve kayalık bir kıyı boyunca
hareket etmeye devam ediyoruz. Bu yol boyunca neler konuşulmadı ki. Bolca
harita inceledik, hızımızla kaç saat kürek çekeceğimizi hesapladık. Sonra
kıyamet senaryolarından, Maya Takvimi'ne, Marduk'tan şamanlara kadar uzun ve
ilginç bir sohbet ettik. Yer yer yağmur yağmaya da devam etti, yer yer deniz
kabardı. Bunlar bizim için artık olağan şeylere dönüşmüştü. Konuşmanın bittiği
yer ise kıyıdan denize hafif bir eğimle inen, suyun altından 2-3 metre devam
edip devamının denizden tekrar yükseldiği kayalıklardı. Burası geçtiğim en
ilginç ve en güzel yerlerden biriydi. Tam da Vedat Abi'nin tarif ettiği gibi o
2-3 metrelik boşluktan geçip sola döndük. Burada medeniyete dair ilk ipuçları
bizi sevindirdi, etrafta yatlar ve tekneler vardı uzak da olsa ve ilerde
adalar. Bunlar Göcek'in önündeki adalar olmalıydı. Güneş çıkmıştı onca zorluğu
aşıp geldiğimiz bu kıyılarda bizi selamlar gibi, dalgalar da arkamızdan
geliyordu ilk defa. Yaklaşık yarım saat sonra midem tekrar kendini gösterdi ben
de hemen gerekeni yaptım. Aslında sabah bunu öngörerek çok erkenden kahvaltı
yapmış, çok fazla da yememiştim. Ama bu sefer çok daha fazla halsiz düşürdü
beni. Ağzımı biri iki damla suyla ıslatıp yavaş yavaş kürek çekmeye devam
ettim. Ama bir yarım saat sonra tekrar aynı şey oldu. Bu arada karşı da
gördüğümüz yerlerin de o düşündüğümüz adalar olmadığını farkettik. Uzunca boz
kayalık bir burnu daha döndük ve önümüze ufukta beliren başka bir burunla
karşılaştık. Kahretsin! Dayanacak halim gerçekten kalmamıştı, burnu dönüp koya
girdik. İlerde yatların girip çıktığı bir yer gördük ancak oraya bile gidecek
gücümüz kalmamıştı. Öğlen olmuştu çoktan ve güneş tepedeydi. Kayalık kıyı
yüzünden bir türlü kayaklardan çıkamıyorduk. Midem ise altüst olmuştu. Ben
Engin'e dönüp ne olursa olsun bu kıyıya çıkacağımı söyledim. Suya atladık ve
kayakları diken diken kayaların üzerine oturtup dinlendik. Tüm vücudum
titriyor halsizlikten. Haritayı açıp bakıyoruz, geldiğimiz yol kadar önümüzde
yol olduğunu görüyoruz. Alternatif bir yol arıyoruz ve daha yakından bir
yerlerden karaya çıkmayı planlıyoruz. Haritada bir toprak yol görüyoruz, Vedat Abi'yi
arıyoruz. O kıyıdaki bir balıkçıyı arıyoruz. Ancak Vedat Abi bizim aracın
kayaklarla birlikte o yoldan geçemeyeceğini düşünüyor. Bizi rahatlatıp Göcek'e
gitmemizi söylüyor. Ancak ben sıvı kaybından bitmiş durumdayım. 6 saat sonra
ilk ve tek yudumumu alıyorum. Ağzımı ıslatıyorum ve şişeyi yerine koyuyorum. 1
saate yakın dinlenip tekrar çaresizce yola çıkıyoruz. Daha iyi hissediyoum,
deniz de sakin ağır ağır gidiyoruz. Yelkenlerin girip çıktığı yerin yakınlığı
bizi hayrete düşürüyor ancak ne kadar yorgun olduğumuzun da bir göstergesi
bu. Bu sırada Engin benden kayağının önünden telefonunu çıkarmamı istiyor,
yanına yaklaşıyorum. Onun kayağını tutarken midem tekrar bulanmaya başlıyor ve
olduğum yerde o içtiğim son damlaları fazlasıyla denize geri yolluyorum. Bu
sefer panikliyorum işte. Yine açılıyoruz iyice, yat ve tekne dolu denizde bizi
alacak birilerini bulmaya çalışıyoruz. Bir iki başarısız denemeden sonra Türk
ya da yabancı, denizde bize yardım edecek kimseyi bulamıyoruz. Çaresiz yine
ufuktaki bir kıyıyı hedefleyip devam ediyoruz.
Bir saat sonra o kıyıya vardığımızda Göcek önündeki adalara vardığımızı
anlıyoruz. İki ada arasında durup acaba herşeye rağmen alternatif yola mı
dönsek diyoruz. Ama rüzgar ve akıntı arkamızda artık. Kürekleri bırakarak dahi
ilerleyebiliyoruz. Vazgeçip Göcek'e gitmeye karar veriyoruz. Kıyıların, adalar
arasındaki boğazların içinden tatlı tatlı ilerliyoruz. Tekneler geçiyor, koca
koca yatlar girip çıkıyor kıyılara. Son bir açık deniz maceramız var. Boğazdan
çıkınca karşıda, uzakta Göcek'in sırtlarını görüyoruz. Sağda bir ada daha var.
Onun ortasındaki bir kanalı hedefleyip, deniz trafiğine de dikkat ederek son
kez kürekleri çekiyoruz. Sağda çok uzaklarda Fethiye kıyıları var, belki bir
dahaki sefere. Yorgunluğum ve susuzluğum o kadar fazla ki düşünmüyorum bile.
Kanala vardığımızda ayaklarımı kayaktan çıkarıyorum, küreğimi omzuma
yerleştiriyorum ve rüzgara bırakıyorum kendimi. Bitiyordu sonunda, tadını
çıkarmanın tam zamanı. Kanal bitince bi kaç yatın önünden geçiyoruz ve karşıdan
gelen yat atıklarını toplayan bir tekneyi gözümüze kestiyoruz. Engin bir iki
hızlı kürek çekip, durumu anlatıyor. Dönüşte alınmak üzere anlaşıyoruz ve hemen
en yakın kıyıya gidiyoruz. Ben yere bastığım anda takla atıp suya düşüyorum.
Kayağı tutup çekecek halim bile yok artık. Yarım saat sonra tekne geliyor,
yanına gidiyoruz. Önce tekneden uzatılan halatı belimizden geçirip,
kayaklarımızı birleşitiriyoruz. Ama tekne çok hızlı olduğundan ben günlerdir
ilk taklamı atıyorum. Bizi bırakıp giderler telaşıyla yüzeye çıkıp kayağı döndürmemiz
1 dakikamızı almıyor. Sanki günlerdir bunun pratiğini yapıyormuşuz gibi bi anda
kayağa oturuyorum. Tekrar deniyoruz ama tam devrilecekken bırakıyoruz ipi.
Tekneye çıkmaya karar veriyoruz, kayakları yüklüyoruz ve mutlu son. Birbirimize
hayretle bakıp gülmekten başka hiç bir şey yapamıyoruz. Biz bu gün ne yapmıştık
öyle? Nerden gelmiştik? Tekneyle geçtiğimiz bu son etabı hiç bir şekilde
kayakla geçemeyeceğimizi anlıyoruz, sadece gülüyoruz. Bizi yat limanına kadar
bırakıyorlar, ben konuşamıyorum artık. Her milleten, son derece lüks yatların
arasından hayranlık içinde mütevazi kayaklarımızla geçip kıyıya çıkıyoruz.
Mutluyuz, hem de çok mutluyuz. Hemen üstümüzü değiştirip kıyıdaki kafede bir
kutlama birası içiyoruz. Kafenin sahibi sıcacık karşılıyor bu denizden gelen
adamları. Sonra hemen kafenin karşısındaki yolda piknik tüpümüzü yakıp yumurta
yapıyoruz. Bol ekmek banarak karnımızı
doyuruyor bir yandan da kendimize ve sefaletimize gülüyoruz. Sonra son bir
kahve içmek ve kurtarıcımız Nurdan'ı beklemek için kafeye dönüyoruz. Günlerdir
su bile içemeyen biri için ne kadar güzel bir son.
Akyaka'ya geç saatte varıyoruz.
Mütevazi soframızı kurup güzel bir akşam yemeği yiyoruz. Sabah erken kalkıp
tura gidecek Vedat Abi ile son kez konuşmam gerekiyor. 12 gibi yatağıma
giriyorum ve sabah 6'da kalkıyorum. Vedat abi ile konuşurken bir anda Kaunos'a
gitmeye ve bir parkur haritalandırmaya karar veriyorum. Bütün Kaunos'u yer yer koşarak dolaşıp,
Dalyan'ın mükemmel manzarasına doyup saat 1 gibi Akyaka arabasına biniyorum. Az
uyumama rağmen yorgunluk hissetmiyor oluşum nerede ve nasıl yaşadığımı tekrar
hatırlatıyor bana. Akyaka'ya indiğimde kayakları yıkamaya koyuluyoruz Matthew
ile. Hepsini bitirdikten sonra Engin bir anda, dün gece uzun bir süre kürek ya
da su görmek istemediğini haykırarak bildirmiş beni Azmak'ta kürek çekmeye ikna
ediyor. Araçlara tekrar kayakları yüklüyoruz. Bir tandem (Matthew ve benim
için) bir de nehir kayağı. Matthew ilk kez kürek çekiyor olacak, ayrıca
yorgun olduğuna dair bizi sürekli uyarıyor. Nehre geliyoruz, Matthew'a anlatıyoruz ve
inişe başlıyoruz. Manzara inanılmaz, masmavi, pırıl pırıl içi gerçek bir orman
olan suda iniyoruz hızlıca. Bir ara Engin'e aracın yukarıda kaldığını nasıl
geri döneceğimizi sorma aptallığını yaptım. Cevap aslında çok basit: Akıntıya
karşı kürek çekeceğiz! Ahh işte bu hiç olmadı, hem de tandem kayakta, yine
akıntıya karşı! Azmak'tan çıkıp limana giriyoruz. Onunla da yetinmeyip limandan
da çıkıyoruz. Önünde yüksek bir beton duvar bulunan bir kıyıa yanaşıyoruz.
Engin kayakla atlamaya karar vermiş durumda. Ben kayağını tutmak için kıyıya
ileliyorum ama çarpan dalgalar içinde Matthew dengesini yitiriyor ve
kayalıkların yanı başında tüm çabama rağmen kayak dönüyor. Suyun altında
kendimden önce Matthew'a bakıyorum, onun kafasını vurma ihtimali çok yüksekti.
Ama o daha kayak devrilmeden çıkmıştı bile. Eteğimi söküp suya çıkıyorum.
Matthew'a bakıyorum, kürekleri topluyorum. Her şey yolunda. Kıyıdan uzaklaşıp
Engin'in atlamasını izliyoruz ve Matthew'la yusuf ailesi hakkında konuşarak limana
geri dönüyoruz. Bütün o debelenme boyunca iyice yorulduğundan akıntıya karşı
kürek çekme işini çoğunlukla tek başıma yapmak zorunda kalıyorum. Sonunda araca
varıyoruz. Geri dönüp, çantamı topluyorum, bir iki saat oturup beni İstanbul'a
götürecek olan otobüse biniyorum. Dört gün içinde olan bitenleri düşünürek
uykuya dalıyorum.
Comments