LOSAR-4

Aniden, zihnim bir ışıkla aydınlandı: Bunlar dal değildi, benim küçük KUYRUĞUMDU! Lanet kuyruk! Buraya, bu şafağa sıkışıp kalmıştı işte. Rezalet! Hayır, bu beni durduramayacaktı.

İliklerime kadar ıslanmayı göze aldım ve en uygun rotayı bulmak için dikkatlice etrafıma bakındım. Kardan tekrar yükseldim ve durgun göğü delen kaya mahmuzuna doğru ilerledim.


Şafak, bir tırmanışçı için en acımasız zamandı. Kıvrılarak akan su alanlarından atlayarak, cesurca ilerdeki iki suakıntısını da geçtim. Damlalar ensemden sırtıma doğru akıyordu. Ana akıntının sağında kuru bir hat buldum ve ilk ip boyunun sonuna kadar buradan ilerledim. İstasyon için iki buz vidası yerleştirdiğimde, çirkin sular vidaların etrafından çıkmaya başladı. Vidalar, sağlammış gibi görünmekle yetiniyorlardı. Onları test etme riskini dahi almadım. “Dikkatli ol, Matsek! Düşmemelisin” diye yalvardım ona.

Ama onun, kaçınılmaz olanı kabul etme gibi kendine has bir özelliği vardı ve kendini, öylesine atılmış emniyetlere büyüleyici bir sakinlikle emanet edebiliyordu. Bu güveni ile kalbimde değerli bir yer elde etmişti. Birşeyler büyülü bir şekilde değişmişti. Acımasız gökyüzü bir anda aydınlandı. Üzerimdeki buz giderek dikleşse de su şeritleri artık üzerimize sıçramıyordu. Akıntıdan sola doğru ıslanmadan geçtim. Suyun kaybolduğunu ve buzun o masmavi tona döndüğünü farketmiş olmaktan çok memnundum. Bir sonraki vidayı yerleştirmek için biraz uğraştım. Vidaların her biri artık bizim tarafımızdaydı.


Üçüncü ip boyunu bitirdiğimde, inanılmaz bir manzara karşıladı beni. Buz tabakasının üzerinde, şelale giderek dikleşiyordu ve onun da ötesinde mavi ışıklar saçan, sıra sıra buz sarkıtlarıyla rotanın önü kesiliyordu. Bacanın kaya duvarları, negatif, boynuz şeklindeki kubbeler gibi birbirlerine yaslanıyordu. Birileri kocaman bir kazanı açmış gibi mavi gökyüzü korlar içindeydi; bize ulaşan ışık sıradan bir ışıktan çok, yaşayan bir canlıydı. Sıra sıra buzdan bıçaklar yukarıya giden yolu kapamıştı. Her adımda gizli köşeler ve engeller açığa çıkıyordu. Yeni bir gerçeklik keşfettiğimi hissediyordum. Ondaki bolluğu sezip, durup dinlenmeden ona ulaşmaya çalışıyordum. Bu garip arzuyu takip etmek, korkmadan ve kolayca yükselmemi sağlıyordu. Zor bir gece geçirme ihtimali artık beni endişelendirmiyordu ve de buz sarkıtları, dünün acısı, artık arkadaşım olmuşlardı. İp boyunu devraldığında, Matsek'in gözlerinde yeni bir pırıltı olduğunu farkettim.  

Tırmanışı bivaksız bitirebileceğimiz yönünde kendimi kandırmaya devam ediyordum. Şelalenin yarısını tırmanmıştık bile. Yüksekliği, kuşkusuz en az 700 metreydi. Öğleden sonra zaman hızla geçti. Geceleyin buz tırmanmak yapılabilir bir şeyken, biz de bunu yapabilirdik, belki? Hem de sarkıtların olduğu bölgenin üzerinde tırmanışın daha kolay olduğunu düşünürken.

Ama işler biraz kötüye gitmeye başlamıştı. Matsek bu ip boyunda gerçekten mücadele ediyordu. Öfkeli sesini duyabiliyordum ve de hiç durmadan tırmanıyordu. Kazmasının altından kopup düşen buz parçalarının farkında değildi. Büyük bir buz dilimi, beni öldürmek istercesine önüme düştü. Askı istasyonda umutsuzca savurdum kendimi, ama iki büyük buz parçası omzumu ve kalçamı acı içinde bıraktı.

Bacanın içindeki soğuk beni ele geçirmeye başlamıştı. Kaskatı kesilmiş halde istasyona mahkum olmuştum. Tüm vücüdum dalga dalga titriyordu.

İçten titremek ne demekti?
Kim içten titriyordu?


Şimdi ışık bile soğuktu. Donmuş ve yaralı halde, Matsek'e doğru zorlukla ilerledim. Yanına ulaştığımda, hiç hoş olmayan bir sürprizle karşılaştım, kendimi hiç hazırlamadığım, yepyeni bir manzara karşılamıştı beni. Evet doğru, büyülü sarkıt bahçesi bitmişti, ama onun yerine saçma bir yumuşaklık ve kayganlık baca boyunca uzanıyordu.

Kayganlık, Kardeşlerim, tümüyle aşılmazdı,
Kışın, okulun olduğu tepelerdeki kayganlıktan bile daha kötüydü.
Orada, içi boş bir balığın ruhunun, donuk bakışları parıldıyordu.

Akşamın çöktüğünü hissettim, o balığın ruhunun tam ortasına doğru itildim. Gece olmadan kaçıp kurtulabileceğimiz umudu gelmiş ve bacanın üzerinde uçuşan bulutlar gibi gitmişti. O bulutlardan birinin yolu da bacanın içine düştü ve bizi karanlık içinde bıraktı. 


Matsek'in hemen üzerindeki dik etap etkileyici bir biçimde dünyanın üzerine çöküyordu. Kramponlarım tehlikeli bir biçimde gıcırdadı, dişleri, beni kaygıyla izleyen Matsek'in yüzünün hemen üstündeydi. Karanlık, boğazın derinliklerinden yükseliyordu. Hiç bir uyarı yapmadan kalın bir sis etrafımızı kapladı. Buranın başka bir yer olduğuna dair garip bir düşünce tarafından ele geçirilmiştim. Matsek başka bir insanın niteliklerini kazanmıştı, ve etrafımızda olup biten herşey yeni bir anlam kazanmıştı. Tatra Dağları'nın ve eski dostların hayaletleri, hayata dönmüşlerdi...  

Sizleri tanıyorum, Kardeşlerim!

Hava hızla kararıyordu. Sis giderek kalınlaşıyordu, artık buzdan ayırt edilemez hale gelmişti. Birden tüylü bir hayalet tam önümde belirdi. 

Ah, bu sensin Matsek.” Çocuklar gibi sevinmiştim. Matsek beni taklit ederek “Ah, bu da sensin” dedi.

Kafa lambamı açtım. Işığın dans eden hüzmesi bütün sisi dağıttı. Dik buz beklenmedik bir şekilde kesiliverdi ve ahh...Yamaç benden uzaklaşıyordu! Bir uçuruma düşüyor gibiydim. Korkudan bağırdım. Ancak normal, karlı bir yamaçla karşılaşınca güldüm. Küçük kızım Shillie'nin beni tuzağa düşürdüğünde olduğu gibi mutlu olmuştum. Shillie tuzak kurmakta ustadır. Bu sis de bir dahinin işiydi. Shillie'nin de bu işin içinde olduğuna dair içimde garip bir his vardı.

Kar tekrar buza dönüştü. Kazmamla, sisi beceriksizce dağıtmaya çalıştım. Buz yamacı, yürümek için çok dik, tırmanmak içinse çok yumuşaktı. Kazmama, sokak lambalarına sarılan sarhoşlar gibi tutundum. Sonunda, dizlerim ve ellerimin üzerine yığıldım ve bu zor günün sonuna doğru süründüm. Gece tırmanabileceğime dair umutlarım, fantaziden başka bir şey değildi. Bir bivağa ihtiyacımız vardı.

Bacanın genişlediği bir yerde olduğumuzu tahmin ediyordum: şelalenin çayırlardan aşağıya büyük bir balkondan döküldüğü buz saçaklarının altında, şelalenin en yüksek noktasında. Yazın buradan büyük bir su duvarı hızlıca dökülüyordu. Konforlu olabilecek tek noktaya tam zamanında ulaşmıştık. Karanlıkta el yordamıyla ilerleyek, bacanın soluna doğru, yosundan perdelerin sarktığı bir negatifin altında, rahat ve karlı bir oyuk buldum. Burası bayağı davetkardı. Geceyi burada geçirmemiz gerektiğine o an karar verdim.  

Buz saçaklarının olduğu bu yerden, bu buz nehrinin sonuna kadar sadece ufak bir adım kaldığını umut ediyordum. Ertesi gün Madam'ın orada yiyeceğimiz öğle yemeğinin düşüncesiyle avunuyordum.

Matsek de Shillie gibi bir ustaydı. Ama bivakta ustaydı, tuzaklarda değil. Tatra Dağları'nda açık havada ve sadece kıyafetleriyle geçirdiği gecelerle gurur duyuyordu. Kahretsin, böyle bir gece bizi bekliyordu burada da! Tek kamp malzememiz rüzgar geçirmez bir bivak torbası ve ocağımızdı.

Garip bir şekilde, sıcak çay ve çorba bizi o kadar ısıttı ki bivağa girmekte acele etmedik. İp yığının üzerinde oturup, birbirimize sarıldık. Uyuyacakmış gibi değildim. Kendimi bu sihirli yerin keyifini çıkarmaktan alıkoyamıyordum. Kaya ve yosunlara dokundum. Sisin arasından, yıldızları teker teker bulup çıkardım. Matsek'in vücudu, kominist Polonya zamanında çok ünlü olan demir sobalar gibi sıcaktı. İlginç değil mi? Matsek o günlerden bir iz taşımak için çok gençti.

Sis apar topar uzaklaştı ve pırıl pırıl gökyüzü üzerimizde belirdi. Titreşen yıldızlar, havayı buz gibi delip geçti. Merak beni kovuktan çıkarıp, akıntının ortasına götürdü.

Kahretsin! Gördüğüm şeyden korkmuştum. Benden çok yukarıda bir yerde berbat, korkunç bir buz parçası ayışığında parıldıyordu. Buz saçağı bir canavar olmuştu. Hayır, bu bir yanılsama olmalı diyerek rahatlattım kendimi. Buz saçağının dik olacağını biliyordum, ama... Kesin bu lanet ayışığı yüzünden böyle oluyordu. Üff, bu işi sabaha bırakmalıyım. Matsek'in sıcaklığına çabucak geri döndüm.  

Ne gördün?” diye sordu Matsek.
Ayışığı,” diyerek cevap verdim.

En sonunda uykum gelmişti. Akçaağaçların çevrelediği karanlık bir havuz görmüştüm. Parıldayan siyah suda vahşi ördekler yüzüyordu. Shillie, göletin kıyısında durup bana “Baba, bir fikrim var. Hadi bir tuzak hazırlayalım” dedi.

İmkansız, Shillie” diye cevapladım. Çünkü karanlık su daha en baştan bu tuzak numarasını olanaksızlaştırıyordu.
Ama suya tuz dökebiliriz baba...”
Kızım...”
Ve ördekler kaskatı kesilir!” Shillie zafer kazanmışçasına güldü.

Topuklarımdan içeriye giren soğuk yüzünden uyanmıştım. Biri botlarıma tuz mu dökmüştü yoksa? Tatra dağcılarının öncülerinden Henrich ve Choback neslinin en gözde şakası buydu. Dişlerim soğuktan takırdıyordu. Tarihin tekerrür ettiğine dair aptal bir hayale kapıldım. Tekrar uykuya daldım ve uyandım. Ayaklarım nerdeyse soğuk ısırığı olmuştu, Matsek'inkiler de. Gecenin geri kalan kısmında deliler gibi tepinip durduk. Sıcak çay ve mütevazı sabah kahvaltımız bizi kurtarmıştı, böylece bütün yiyeceğimiz de bitmişti.

Soğuktan donmuş bir halde kovuktan dışarıya doğru süründüm. Ne yazık ki buzun şafaktaki görünütüsü, gece ayışığında gördüğüm şeyi doğruluyordu. Yaklaşık 150 metrelik bir tırmanış bizi çayırlardan ayırıyordu. Ve yine ne yazık ki, buz 100 metrelik kristal bir canavardı. Karda dizlerimin üzerinde doğruldum ve soğuktan ürperdim. Can sıkıcı kuşkular dadanmıştı yine. Oraya varmayı becerebilecek miydik? Ya başaramazsak?

Comments

Popular Posts